Sabahları
uyandığımda oldukça kaknem oluyorum. İşte bu yüzden hiçbir zaman bir çalar
saatim olmadı. Uyandırana kadar çalmak hususunda ısrar eder de, her hafta yeni
bir tane almak zorunda kalırım diye kendisiden edinmemek konusunda ısrar
ediyorum.
Hal
böyle olunca ‘Koğuş kalk!’ emrini bana yıllardır emektar müzik setim vermekte.
Aynı radyo kanalı, her sabah aynı saatte ne çalıyorsa artık o sesler eşliğinde
‘güne merhaba’ derim. Ardından kolumdaki saate bakarak, uyandığım zamanın doğruluğunu
teyit ederim.
Bu
sabah uyandığımda kolumda saat olmadığını fark etmek, zaten zor olan ‘güne
başlangıç’ safhasını iyice içinden çıkılmaz bir hale sokmuştu benim için. Kaldı
ki, nesnelere karşı bağımlılığım vardır. Onlarla özel iletişimler kurarım. Her
birinin kendisine has görevi olduğuna ve biz insanların da ‘kendilerine’
yardımcı olmamız gerektiğini düşünürüm. Sıradan bir saate de böyle misyonlar
yükleyince tabii zihnimde başköşelerden birine yerleşmesi kaçınılmaz oluyor.
Yaklaşık
on dakika kadar başımdaki amansız ağrı, saatimin noksanlığı ve kısmi hafıza
yitimim arasındaki üçgende debelenip durdum. Sonunda eşim Leyla’nın;
“
Ceeeenk! Hadi ama geç kalıyorsun .” , diyen ‘güzel’ nidasıyla uyandım.
İki
oğlumuz var. Ali ile Mert. Aralarında iki yaş olması hem iyi hem kötü olmuştu büyürlerken.
Şimdi ise kritik bir dönemden geçiyorlar. Büyük oğlum Ali, Mert’le ilgili
ağabeylik yapmakla, kardeşini yanından uzaklaştırmak arasında gel-git’ler
yaşıyor kendine göre. Sonunda doğrusunu keşfedebilecekleri inancıyla müdahale
etmekten şiddetle imtina ediyorum.
Leyla
çocukları okula hazır ederken ben de her yerde saatimi aradım. Bana ilk ‘çıkma’
yıldönümümüzde aldığı hediyeydi. Aslında tamamen yanlış kullanıldığına
inandığım bu ‘çıkma’ kelimesine maalesef ben de yerli yersiz başvuruyorum. Zira
Leyla ile ilk ‘flört’lerimiz bahsi geçen tarihten çok daha öncelere tekabül
ediyor. Artık pek flört eden kalmadığı için bu kelimenin de hakkını vermek bir
hayli zor aslında. Yani bizim çıkma dediğimiz tarih resmi olarak benim ona
duygularımı açtığım tarih. Anlaşılacağı üzere bu saate mana yüklememek pek de
olası bir durum sayılmaz benim için. Üstelik eşimi seviyorum.
Leyla
akıllı, makul ve güzel bir insan. Gereksiz ya da yıpratıcı düşünceleri
bünyesinde pek barındırmaz. O da benim gibi sakinliği seven, dingin tiplerden.
Birbirimizi bulduğumuzda ‘ruh eşleri’ olduğumuzu anlamamız çok kolay olmuştu
zaten…
Saatimi
bulamadım. Saat çekmecesinden başka bir tane koluma takıp Leyla’nın yanına,
mutfağa gittim.
“
Tost hazırladım sana .”
“
Acelem var çıkmam lazım.”
“
Kahve ?”
“
Hmm… Olur.”
Sabah
kahvesine pek ‘hayır’ diyemem de…
Ayakta
durarak içersem daha çabuk evden çıkabileceğim düşüncesiyle oturmadım kahvaltı
sofrasına.
“
Kaçta geldin akşam ?”
“
Bilmem. Saate bakmadım ama iki gibi sanırım.”
“
Saat iki de ben daha uyanıktım.”
“…”
“
Nasıl geçti peki? Eğlendiniz mi bari ?”
‘Bari’
kelimesine gıcığım. İnsanlar birbirine laf sokmak istediklerinde kullanıyorlar
genellikle. Leyla da öyle yapmıştı. Lakin haksız sayılmazdı. Ses tonundaki
nüans ve seçtiği kelimeler beni bir anda üst üste iki kahve, üç soda limon
içmişim gibi ayılttı.
Dün
geceyi soruyordu. Selimin bekârlığa veda gecesini. Sanki o değil de biz veda
etmiştik bekârlığa. Tam olarak hatırlayamadığım parçalar yavaş yavaş
birbirlerini bulup resmin bütününü oluşturmaya başlamıştı nitekim.
“Fena
değildi.” , diye geçiştirdim.
Esasında
pek geçiştirilecek bir durum yoktu. Dağıtmıştık dün gece. Olanlar genel
hatlarıyla hatırımdaydı. Bol alkollü akşam yemeği. Ardından bir bara gidiş,
alkol tüketimine devam. Sonrasında hafiften kontrolü kaybedip soluğu ‘pavyon’un
birinde almak ve en sonunda gece iki civarında Taksim de sokak kadınlarıyla pazarlık…
Saat
iki de evde olamazdım bu durumda tabii. Açıklama yapmamsa imkânsızdı. Hal böyle
olunca yapılacak tek şey vardı : ‘kaçmak.’
“
Benim çıkmam lazım.”
“
Öğlen Mert’in piyesi var okulda unutma.”
Ah
bu piyesler adamı öldürür. Kıçıkırık bir piyes çocuklar için tam bir başyapıt
haline gelebiliyor bazen. Gitmezsen kötü baba olursun, gidersen işler aksar.
Sürekli bir karar verme sorunsalı. Ne yapalım elimiz mahkûm,
“
Orada olacağım.” , dedim tam kapıdan çıkarken.
Leyla
normalde hiç kıskanç biri değildir. Takılmaz öyle olur olmadık şeylere. Ben de
suiistimal etmem aslında onun bu özgürlük anlayışını, ama işin içinde Selim ve
diğerleri olduğunda masumiyetin bizim için pek mümkün olamayacağını da iyi
bilir. Ne haltlar karıştırmış olursam olayım sonuçta onun yanına döneceğimin
garantisi var gerçi ama yine de aptal yerine konmak var ya işin ucunda... Sorun
oluyor maalesef zaman zaman. Altıncı hissi de çok kuvvetlidir üstelik. Kaldı ki
dün gece hakkında genel hatlarıyla yanılmamasına rağmen, olanlar konusunda da
tahminen gerçeğin yakınından bile geçemiyordu.
Selim
evlenmekte biraz geç kalmıştı. Aslında isteyerek ertelemişti sürekli.
Korkuyordu herhalde evlenmekten. ‘ Doğru insan’ diye diye en sonunda bana göre
mutlu olunası pek mümkün olmayan birini seçmişti kendine eş olarak. Ama Leyla
için asıl önemli olan, bugüne kadar hep ‘ evli arkadaşları ayartan bekâr
arkadaş ’ potansiyel sıfatıyla aramızda bulunmasıydı. Ne yapsa ne etse üstüne
yapışan bu ‘kara leke’ çıkmazdı. Elebaşı her zaman Selim olurdu ortalık
karıştığında. Evlilerden herhangi biri sıkışınca hemen ona sığınırdı. Bizim
için bir ‘liman’ , eşlerimiz içinse tam bir ‘korkulu rüya’.
Ona
karşı birazcık borçluyduk hepimiz hani. Veda gecesinde bütün isteklerini yerine
getirmemiz gerekliydi belki ama yine de benim gibi iki çocuk babası birinin
gecenin bir yarısı Taksimde sokak kadınlarıyla pazarlık yapmış olması pek kabul
edilebilir bir şey değildi.
Sonrasında
hayal-meyal hatırladığım bir fahişeyle birliktelik olmuş, üstelik Leyla’nın
hediye ettiği saati de onun evinde unutmuştum.
Genelde
ev ile iş yeri arasında trafikte boğuşmamak için ulaşım aracı olarak metroyu
tercih ediyorum. Otoparkımız olmadığı için zar zor yer bulduğumuz arabamızı,
ancak hafta sonları uzak diyarlara gitmek istediğimizde yerinden kaldırıyoruz.
Süs eşyası gibi kapının önünde duruyor. Hayır bir şey değil doğru dürüst
kullanmadan hurdaya çıkacak diye endişeleniyorum.
Arabayı
almak hem trafikte bana huzur kaybettireceği, hem de Leyla’nın dikkatini
çekeceği düşüncesiyle evden çıkar çıkmaz sokaktan geçen ilk taksiyi çevirdim.
“
Tarlabaşı ’na lütfen ”, derken şoförle göz temasında bulunduk.
Kısa
süre içinde hakkında bir sürü fikir sahibi olabileceğiniz tipte birisiydi.İri kıyım bir
ağbiydi kendisi. Öyle ki taksi şoförü olmasa boksör olabilirdi mesela. Yine de
gündüzleri şoförlük, geceleri ek iş olarak boksör ya da bir gece kulübünün
önünde korumalık yapmadığına beni inandırması oldukça zordu. Bakışlar zaten on
numara sertlik taşıyor kendi bünyesinde. Sanırsın Robert De Niro ‘Taksi Şoförü’
filminden fırlamış şoför mahalline oturmuş bana şaka yapıyor. Tam böyle biri
fazla gevezelik yapmaz herhalde yolculuk süresince derken,
“Bu
saatte bizim oralar sakindir ?”, dedi dikiz aynasından gözümün içine doğru
bakarak. Ürkütücü bir hali olduğu aşikârdı ama soru nidası içeren cümlesi daha
da düşündürücü olmuştu benim için.
“
Sizin oralar ?” , diye sorusuna soruyla karşılık verdim bende ağbiyi kızdırma
pahasına da olsa.
“Tarlabaşı
yani. Tarlabaşı’na gidelim demedin mi ağbicim?
Ben
oralarda oturuyorum da… Bizim semte genelde geceleri gelir yabancılar. O yüzden
dedim.”
Sohbet
taraflarından biri konuşma esnasında ‘Ağbicim’ dedi mi, muhabbet ya kavgaya
dönüşmek üzeredir ya da zorlama bir samimiyete doğru yelken açmış demektir. Her
iki sonuçta tehlike arz ettiği için biran evvel sıyrılmak adına sessiz kalmak
en iyi çözümdür genelde. Bazen kararlı ve kısa cümleler kurmak da etkili
olabilir tabii… Sessiz kalmamın kendisini sinirlendirebileceği kaygısıyla ben
ikinci seçenek olan ‘net bir şekilde tavrını ortaya koyma’ yı tercih ettim,
“
Anladım .”, dedim.
Kısa
ve öz bir ifade tarzı. Aslında ‘Kısa kes kardeşim hiç keyfim yok ’ cümle
mealini net bir şekilde içinde barındırıyor. Lakin gel gör ki ‘pratik’ daima ‘teorik’e galip gelmeyi başarıyor.
Ben
sohbeti kısa kestiğimi zannederken taksici ağbi sanki kendisine ‘hadi başla!’
demişim gibi ‘monolog’ una ‘start’ verdi.
“
Genelde bizim mahalleye yakın yerlerin müşterilerini geceleri taşırım. Malum
bizim oralarda sokak kadınlarını ziyarete geliyorlar. Çok uğraştık bizim
mahalleden kovalamak için ama başaramadık. Mantar gibi türüyorlar. Tam biriyle
uğraşıyoruz bir bakıyorsun başka bir kiralık daireye yenisi yerleşmiş. Eh
kiralarını da düzenli ödedikleri için ev sahiplerinin de işine geliyor tabii…
Çoluk çocuk onların arasında büyüyor… Geceleri çalıştığımda aklım hep bizim hanımda,
çocuklarda kalıyor. Bazen müşteri götürdüğümde gece yarısı eve baskın
yapıyorum. Bizim hanımı da kendilerine benzetecekler diye ödüm patlıyor.
Paranoyaklaştım bunların yüzünden… Eee ağbi. Seni hangi rüzgâr attı sabah sabah
bizim oralara? ”
“
Dün gece bir yerlerde bir şey unuttum da .” , deme gafletinde bulundum.
Hani
insan bazen zor durumda olduğunu zannedip, kendisini kurtarmak için sonuçlarını
düşünmeden zırvalar ve sonunda gerçekten dibe vurur ya, işte ben de aynen bu
durumdaydım. Farkına vardığımda ise iş işten geçmişti.
“
Benim bahsettiğim ziyaretlerden birini sen dün yaptın desene be ağbi.” ,dedi ve
yanındaki camı hafif araladı. Elini taksinin çakmağına götürüp gömlek üst
cebindeki sigarasının içinden bir tane aldı. Sonra da ucu kor olan çakmağı
sigarasına bandıra bandıra bir güzel yaktı. Ardından bana doğru dönerek,
“
İzninle ağbi.” , dedi.
Her
şey olup bittikten sonra izin isteyenlere de bayılıyorum. Ağzına pelesenk olmuş
‘ağbi’ yi de her lafının ardına yapıştırarak, rahatsız olur muyum? Alerjim mi var?
Astımım mı var? Anlamadan dinlemeden ortalığı dumana boğup, laf olsun diye bir
de izin istiyor. Dışarıdaki havanın da soğuk ve yağışlı olması yüzünden camını
yarım yamalak açınca, taksinin içinde nefes almak gerçekten güçleşti. Üstüne
üstlük bütün bunlar yetmezmiş gibi aynadan bakarak,
“
Eğlenebildiniz mi akşam? ” , diye alaycı bir tavırla, arkadaşımmış gibi soru
sorunca anladım ki kendisini bana karşı üstünlük kurmuş hissediyor. Herhalde
sebebi dün gece bize ‘kız’ vermiş olmalarıdır diye düşündüm.
Adam
kendisini resmen Tarlabaşı’na adamış. Üstelik ‘mahallesini yabancılardan
koruyan bıçkın delikanlı’ edasıyla koca semtin namusundan da kendisini sorumlu
tutuyordu herhalde… Oturduğum binadaki yaşayan insanların çoğunu doğru düzgün
tanımayan bir kişi olarak, taksi şoförünün bakış açısı benim için anlaşılması
güç bir durum oldu. Büyürken mahalle kavramını öğrenebileceğim ortamlarda hiç
bulunmamıştım belki ama yine de muhitinin fahişelerini sahiplenen birini
kabullenebileceğimi pek sanmıyorum. Her ne kadar sakin bir mizacım olsa da
haddini bilmeyen kişiler karşısında ben de bir hayli sinirlenebiliyorum zaman
zaman.
“
Sohbet etmek zorunda mıyız ?” , diyerek rengimi belli ettim.
Sert
tavrım oyunda beraberliği sağlamam bakımından işe yaramış olsa gerek ki,
“
Yanlış anlama ağbi. Hep bu o.…pular yüzünden. Bütün sinir sistemimizle
oynuyorlar. Ben eskiden böyle biri değildim. Şimdi herkese şüpheyle bakıyorum.
Her dakika gözümüzün önündeler. Sürekli fuhuşun içindeyiz. Huzurumuz kaçtı. ”,
diyerek geri adım attı. Ya da ben öyle zannettim. Tam rahat ettim derken,
“
Bizim karıyı dövdüm geçen gece bunların yüzünden. O….pular aşağıda pazarlık
yapıyorlar bizimki camdan bakıyor. Olacak iş mi? Tam ben sokağa girdiğimde bir
de baktım ki adamlar yukarıya bakmaya başladılar. Tepem attı. Ben arabadan
inene kadar onlar eve çıkmış herhalde. Kimseyi bulamayınca bütün hırsımı
bizimkinden çıkardım. Sonradan üzüldüm aslında. Çocuklar da bayağı korktu… Sen
de çocuk var mı ağbi? ”
“
Var birader. İki tane Allah bağışlarsa .”
Mağlup
olduğumu kabul etmeliyim. Ne yapıp edip beni de kendine benzetti sonunda.
Baktım kaçamayacağım bari sohbete ben de katılayım dedim!
“
Ne unuttum demiştin ağbi sen ?”
Hiçbir
şey dememiştim ki!
Ama
artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Nasıl olsa bir daha karşılaşmayız
düşüncesiyle rahat davranmaya karar verdim.
“
Saat ”, dedim.
“
Değerliydi herhalde. Sabah sabah seni buralara getirdiğine göre.”
“
Manevi olarak evet. Hediyeydi.” , derken baktım tanıdık yerlere geldik.“ Soldan
içeri gireceğiz.”, diyerek elimle gireceğimiz sokağı işaret ettim.
Gecenin
karanlığında sarhoş kafayla geldiğim yeri hatırlamam ne kadar zor da olsa
sokağın adının ‘ Kurabiye ’ olması o halde bile hafızama yer etmişti. Zaten ana
caddenin bir sokak paralelindeydi. Sokağı bulmak kolaydı ama evler birbirine
çok benziyordu. Yine de sokağa girince evi hatırlayacağıma inanıyordum. Nitekim
dün gece camın kenarına yanaştığımda, karşısındaki evde gördüğüm ‘fıstık
yeşili’ komik saksılıklar evi bulmama yardımcı olmuştu.
“
Şu ilerideki evin önünde duralım lütfen.” , dedim.
“
Ben de burada oturuyorum.”, diye mırıldandı ve yavaşlayarak ‘müsait’ bir yerde
durdu. Tam duyamadım aslında ‘buralarda’ mı yoksa ‘burada’ mı dediğini.
Taksimetrede
yazan rakamı ödedikten sonra sakin bir şekilde taksiden inip apartmana doğru
yöneldim. İstanbul gibi bir şehirde hala apartman kapısı gündüzleri kilitlenmeyen,
paspas yardımıyla aralık bırakılan binalar bulmak mümkün. Bu binanın da
onlardan biri olduğuna çok sevinmiştim zira hangi dairenin zilini çalmam
gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Dış
kapıyı hafif iterek açıp, binada asansör olmadığı için sağ duvara bitişik tek
kollu, sahanlıksız merdivene doğru yöneldim.
Her
katta iki daire olan dört katlı bir binaydı. Katlardaki merdiven holüne
gelindiğinde daire formlu küçük bir pencereden sokak görülebiliyordu. İkinci
kat merdiveninin önüne geldiğimde soluklanmak için durup, göz ucuyla pencereden
sokağa baktım. Beni getiren taksi halen aşağıda durmaktaydı… Ya da yeni bir
taksi gelmişti.
Daire
kapısını sokak tarafındaki olması sebebiyle hatırlamakta güçlük çekmedim belki
ama dün gece o kafayla kaç kat merdiven çıktığımı da pek hatırlayamadım doğrusu.
Tereddüt yaşasam da bir kat daha o dik merdivenleri çıkmamak için şansımı
ikinci kattaki dairede denemek istedim.
Sokak
tarafındaki dairenin ziline bastım.
Kapıyı
açan kadının taksi şoförünün karısı, yanındaki çocuğun da oğlu olduğunu, iri
kıyım ağbinin arabasının arkasında sürekli taşıdığı beyzbol sopasıyla bana
doğru koşarken gördüğümde anladım.
Olanca
gücüyle darbesini kafama indirdiğinde fark ettim ki;
Yanlış
kattaydım ve yanlış zili çalmıştım.