Olağan
günlerden biriydi.
Akşamüzeriydi.
Evimin penceresinden amaçsızca etrafa bakınıyordum.
Tam
olarak amaçsızca da diyemem aslında. Zira karşı evdeki güzel kadını fark ettiğimden
beri gözümü ondan alamıyordum.
Karşıdaki
apartman benim evimden yetmiş beş metre kadar uzakta. İstanbul’un bitişik ve
hatta sıkışık nizam yerleşimini düşünürsek, bu mesafe benim kısmen lüks içinde
yaşadığımı ifade ediyor sanki. Ne yalan söyleyeyim, normalde hoşuma giden bu
durum o anda beni oldukça mutsuz etmişti. Karşı evdeki kadını tam olarak seçemiyordum.
Genel hatlarıyla tamam belki ama detaylar yok maalesef. Oysaki o an tek
eğlencem oydu.
Gözümü
evine dikerek bakmıyordum aslında. Arada bir sokaktan geçenlerle de ilgilendiğim
oluyordu ama yinede gözüm dönüp dolaşıp kadının evine takılıyordu. O benim gibi
pencereden dışarıyı seyretmiyordu. Başta biraz bakınmıştı belki ama daha sonra
ara ara görünüp elindeki bezi silkeler gibi hareketler yaptı.
Yavaş
yavaş hava karardı ve o da beni terk etti. Ben de karnımı doyurmak için iki
gündür sofra ile buzdolabı arasında sürünüp duran fasulyeyi dolaptan çıkartıp
tüketmeye çalıştım. Sonra biraz televizyon, biraz şekerleme, derken tamamen
uykuya geçiş.
Hemen
hemen her gün birbirinin kopyası gibiydi. Hayatımda değişiklik yapmak her geçen
gün daha da imkânsız bir hal almaya başlamıştı. Ne uzatan, ne de kısaltan,
sadece yaşamana müsaade eden iş hayatı da olmasa tamamen asosyal bir dünya beni
bekliyor olacaktı sanırım.
Ertesi
gün karşı evdeki kadın yine pencere etrafında hareket halindeydi. Benim gibi
yalnızdı galiba o da. Ona takıldığımın ise pek farkında değildi. Ya da ben öyle
zannediyordum.
Ne
menem bir şeydi şu yalnızlık. İnsanı halüsinasyonlara sürüklüyordu. Olmayan
şeyleri varmış gibi gösteriyor, kimi zaman da olanların farkına varmanı
engelliyordu.
Bu
böyle olmaz dedim kendi kendime. Doğal ihtiyaç olmaya başlamıştı belki de artık
bir şeylere sarılmak. Yaşımın ilerlediğini, eskiden yapmak için vakit
bulamadığım şeyler için artık bol bol vaktimin olmasından anlıyordum.
İzlemekle
sapıklık arasında bir çizgi var mı bilmiyorum ama şayet varsa o anda işte ben
tam o çizginin üzerinde duruyordum.
Evde
yarım saat dürbün aradım. Eskiden kalan askeri bir tane olması gerekiyordu ama
topu topu yüz metrekarelik bir alanın içinde bulamıyordum. Tabii bu durumda bir
sonraki gün ilk yapılacak iş bir dürbün edinmek oldu benim için.
Hayatıma
renk gelmişti. Birdenbire bir hedefim olmuştu. Aslında o hedefin ne olduğunu
tam olarak bilemesem de önemi yoktu o anda. Hedef belki de hedefin ta kendisiydi.
Sabırsızlanıyordum. Akşam olsa da, iş eziyeti sona erse de, eve gidip karşı
komşuyu dikizlesem! Evet, gerçekleştirmeyi düşündüğüm eylemin argodaki adı bu
saygısız fiilden ibaretti.
Tabii
bu düşünceler beni biraz sendeletse de hedefimden saptırmıyordu. Dedim ya,
hayatım suni de olsa hareketlenmişti. Bundan vazgeçebilecek durumda değildim.
Ancak
her zaman olduğu gibi ‘ Murphy kanunları ’ devreye girmişti. Hani şu “ters
gidebilecek her şey ters gider.” diyen yasalar. Yeni dürbünüm, rahat
edebileceğim taburem ve karşı komşuyu görebilen penceremle tam teçhizatlı bir
şekilde yerimi aldım almasına ama karşı evde hiç hareket yoktu. Perdeler sıkı
sıkıya kapanmıştı. Hayallerim suya düşmüştü. Benim yaşayacağım macera bu kadar olurdu.
Hem ne bekliyordum ki zaten? ‘Alfred
Hitchcock’un arka penceresi’ nde miydik ki, dikiz esnasında cinayete tanık olacaktım?
İngilizler
hipodromda at yarışlarını takip edebilmek için dürbün alır, ben ise karşı
komşuyu röntgenlemek için almıştım. Ödüllendirilecek halim yoktu herhalde.
Bir
hafta böyle geçti. “ Gecenin en karanlık anı, güneş doğmadan az önceki andır.” derler.
Ben de tam dürbünü iade etmeyi düşünüyordum ki karşı evdeki perdelerden birinin
açılmış olduğunu fark ettim. Benim için tekrar güneş doğmuştu. İşten kaytarmayı
bile düşündüm o anda ama bahane bulamadım.
Akşamı
zor ettim. Eve gelir gelmez yerimi aldım ve beklemeye başladım. Komşum en
sonunda pencerede belirmişti. Dürbünümü aldım, perdemi hafifçe aralayarak
gözetlemeye başladım. Artık detaylara ulaşabilirdim. İçimde çocukken çok
istediğin bir oyuncağa sonunda kavuşmuş olmanın mutluluğu vardı.
Meraklı
‘gözetlemelerle’ ! İncelemeye
başlamıştım.
Otuz-otuz
beş yaşlarındaydı. Tahmin ettiğim kadar güzeldi. Kumralla sarışın arası bir saç
rengi vardı. Vücudu derli topluydu. Ne çok ince, ne de balıketiydi. Yaşlar
ilerledikçe benim gibi bekâr bir adamın karşında böylesine ideal bir kadın
çıkınca yapacağı ilk şey yüzük parmağına bakmak oluyor. Aslında o mesafeden
yüzük olan parmağa odaklanmak kolay değildi ama cep telefonunu sol eline alıp
kulağına götürmesi, parmağında yüzük olmadığını fark etmemi sağlamıştı.
Nedense
telefonu sol eliyle tutması bende solak olduğu fikrini oluşturmuş, beğenimi
ikiye katlamıştı. Eskiden beri solaklara karşı içten içe hayranlık
beslemişimdir. Nadir olan her şeyin ilgimi çekmesi yüzünden galiba.
Muhalif
ruhumdan mı, yoksa günlük güneşlik havada paçalarıma çamur bulaştırmayı başaran
birisi olmamdan mı kaynaklanıyordu bu ilgi o zamanlar henüz keşfedememiştim.
Övünmek
gibi olmasın ama genelde sorunlu insanları mıknatıs gibi kendime çekmek
konusunda özel yeteneklerim vardır. Üstelik her seferinde de bunu unuturum.
Böylece aynı hatayı tekrarlamak konusunda önümde beliren engelleri tanımam. Eee
ne de olsa ‘insan’ kelimesinin manası ‘unutan’ demekmiş. Ben de tam bir âdemoğluyum
yani sizin anlayacağınız. Yine de aksini düşünmek bile istemiyorum. Düşünsenize
her şeyi sürekli hatırladığınızı.
Ne
feci!
***
Bu
ilk gözlemden sonraki günler kimi zaman dürbünlü, kimi zaman dürbünsüz olmak
üzere birbirini takip etti. Ta ki, iki sokak ötedeki markette kendisiyle
karşılaşıncaya kadar.
Hani
insanın hayatında bazı anlar vardır ya üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin
o anı bütünüyle, tekrar tekrar, aynı yoğunlukta kafasında canlandırabildiği. O
an hissettiğin duyguları, algıladığı tüm kokuları, etrafındakilerin ne giydiklerini,
hatta o güne ait dünya gündemindeki konuları bile her seferinde bütün detayları
ile hatırlayabildiği. İşte o an benim için öyle anlardan biri olmuştu. Hayatım
boyunca unutamayacağım, her seferinde bütün yoğunluğuyla yaşayabileceğim bir an!
Karşılaşmasına
karşılaşmıştık ama ne işime yarardı ki? Nasıl konu açacaktım ben şimdi? Kaldı
ki zaten girişken, derdini rahatça anlatabilen bir yapım yoktur. Hatta zaman
zaman ifade zorluğu bile çektiğim olur. Üstelik konu karşı cins olduğunda bu
çekingenlik iki-üç katına da çıkabilir. Hal böyle olunca doğal olarak nutkum
tutulmuştu.
Su
yolunu bulur ve gelir tam ayaklarının dibinden akmaya başlar. Önceleri hoşuna
gitse de bu nehir oluşumu, akan suyun şiddeti arttıkça ya tependen aşağıya bir
çağlayan gibi gürüldeyerek akar, ya da tam arkanda olan ve ondan hızlı hareket
edemezsen seni içine alabilecek bir dalgaya dönüşüp amansızca takip eder.
Ben
gökyüzünden mucize talep ederken ışık hızında cevabımı aldım.
“Affedersiniz?
Acaba bu peynirin son kullanma tarihini görebiliyor musunuz ?” , dedi bana dönerek,
haftalardır saplantı haline getirdiğim kadın!
İşte
tam da o anda buharlaşacağımı düşünürken ilahi bir güç beni tuhaf bir şekilde
dile getirmeyi başarmıştı.
“Saklamışlar
yine değil mi ?”, dedim hafifçe sırıtarak kendine güvenen bir ses tonuyla.
“Yok.
Sanırım ben göremedim .”
Olduğum
gibi davranamadığım zamanlarda yaydığım enerji işte böyle bir şey. Kendi
kendini yok edebiliyor. Daha ilk cümleden espri bile olup olmadığı belli
olmayan böyle cümleler kurarsan olacağı bu. Çarparsın duvara olanca hızla önce,
gezersin ortalıkta sonra kimse beni anlamıyor diye.
Tam
da başarısızlığımı onaylayacak soğuk mührü basacakken yaşananların altına, bazı
detaylar dikkatimi toplamamı sağladı.
Her
şeyden önce dürbündeki görüntüsünden çok daha güzeldi yakından. Ama asıl
dikkatimi çeken yüzünde ve gözlerindeki o doğal soğuk ifade olmuştu. Ayrıca
beraberinde getirdiği sert ve vurgulu konuşma aksanı da cabasıydı. Hem bana yabancı,
hem de bildiğim, çok da yadırgamadığım bir tarzdı bu.
Kafamın
içindeki ampuller yandı sonunda. Antalya’ya ya da Laleli civarına gittiğinde
duyabileceğin tarzda bir ‘Rus Türkçe’siydi konuştuğu dil. Şimdi her şey yerli
yerine oturuyordu kafamda.
Fiziğinin
düzgünlüğü, beyaz teni, kusursuza yakın vücudu, sert bakışları, kaba ve vurgulu
aksanı Rus kökenli olmasa bile Slav ırkından olduğunu işaret ediyordu.
Nedense
bu düşünceler beni biraz olsun rahatlatmış ve doğallaştırmıştı. Ona karşı bir
üstünlük sağlamıştım kafamda kendimce. Hâlbuki yabancı bir ülkede yaşıyor olmak
kimse için oranın ulusal sahiplerinden daha aciz durumda olduğunun göstergesi olmamalı.
Biraz
aradıktan sonra, neredeyse gerçekten saklamaya çalıştıklarını düşüneceğim son
kullanma tarihinin bulunduğu yeri ona doğru döndürerek,
“İşte
burada” , dedim.
“Teşekkür
ederim .”
“Rica
ederim .”
Bu
üç kısa cümleyle yirmi gündür harcadığım mesai zayi oluyordu. Bir şeyler yapmam
gerek, dedim kendi kendime. Ama ne? Sakarlık, salaklık, her şey olurdu. Yeter
ki gitmesin. Onunla tekrar görüşebilmek için sürekli markette yaşayamazdım ki.
Sonra karşılaşsak bile her peynirin son kullanma tarihi saklı değil ya.
Bu
durumda bir sonraki karşılaşmamız kuru bir ‘kafa’ selamından öteye geçemeyebilirdi.
İşte bunu göze alamazdım.
Ben
bu düşüncelerle boğuşurken, o sakin sakin alışverişini yapmaya devam ediyordu.
Uzaktan takibim markette de devam etti. Gereksiz bütün reyonların önünde oyalanarak,
göz ucuyla onun kasalara gidiş anını kolluyordum.
Yaptığı
alışverişin artması, beni klasik, ama işe yarayacağını düşündüğüm köylü
kurnazlığı fikrine sürüklemişti. Tek rakibim kasanın yanında durup torbaları
dolduran küçük çocuktu. Şanslı günümdeydim sanırım, kasaların etrafındaki
çocuklar ortalıkta gözükmüyorlardı. O önde, ben arkada kasa kuyruğuna girdik.
Aynı
anda çıkabilelim diye bir iki parça eşya almıştım. Her şey planladığım gibi
gidiyordu. O poşetleri doldururken ben paramı ödedim. Böylece marketten onunla
aynı anda çıkmayı başarmıştım. İlk bölümdeki başarımın sürekliliği planımın
ikinci bölümünü düzgün gerçekleştirebilmemle birebir ilişkiliydi.
Vakit
kaybetmemek çok önemliydi.
“İsterseniz
poşetleri taşımanıza yardım edebilirim ?”
“Teşekkür
ederim .”
Teşekkürü
‘evet’ kabul ederek, elindeki torbalara resmen saldırmıştım. Şaşkınlığı yüzüne
vurdu ama müdahale edemeyeceği kadar hızlı davrandığım için çaresiz kabul etti.
Nerede
yaşadığını bilmiyormuş gibi yapmam gerektiğini düşünerek hemen konuşma ortamı
oluşturmaya çalıştım.‘Küçük !’ sırrım konusunda açık vermeden, bu durumdan biran
evvel kurtulmak istiyordum. Kat edeceğimiz mesafeyi düşünürsek yolculuğumuz en
fazla 10 dakika sürebilirdi.
“Nerede
oturuyorsunuz ?”
“2
sokak sonra.”
Türkçe
sinin yetersizliği, aslında nefret ettiğim, ancak ilk tanıştığın insanlarla olmazsa
olmaz ‘Nerelisin ?’ sorgusuna doğru bizi
sürüklüyordu.
Baştan
beri düşündüklerimin onaylanması için o soruyu bende sordum.
“Nerelisiniz
?”
“Ukrayna
.”
İşte
bu! Haklı çıkmak, basit bir konuda bile olsa insanın egosunu şişirir. Hatta
haklı çıktığın konu etrafa mutsuzluk dağıtsa bile içten içe haklı çıkanı
gururlandırır.
“Benim
adım Kaan .”
“Alisha
ben de .”
“Memnun
oldum .”
“Ben
de .”
Yol
arkadaşlığı ve sohbetimiz klişelerden öteye geçememiş bile olsa, yaşadığı
binanın kapısına geldiğimizde ruhumda bırakmış olduğu tat çok güzeldi.
Artık
onu takip edemeyecektim. Oturduğum yeri öğrenmişti.
Hem
hayatında bir ‘sapık’ olarak yer etmek istemezdim. Ama yinede kendime hâkim
olamıyordum. Zaten evde yapmam gereken işler fazla olmadığından bolca vaktim oluyordu.
Günaşırı
Firdevs abla ben evde yokken eve gelir, sağ olsun yemeklerimi yapıp dolaba koyar,
biraz da evi derleyip toplar, ortalığın tozunu alır sonra hiç gelmemiş gibi
giderdi. Pek karşılaşmazdık. Bu da evimi otelmiş gibi kullanmama sebep oluyordu.
Böylece bana yapacak fazla bir iş kalmıyordu.
Televizyon
seyretmek bana oldum olası ‘kafanı kaldırıp yandaki sehpanın üzeri bırakmak’
gibi gelir zaten. Zamanla da tamamen sana yabancılaşan bir nesne gibi
gereksizleşir.
Eh
bu durumda geriye sadece bilgisayar kalıyor ki, onunla da aram elektronik
postalarımı kontrol etmekten öteye pek geçemiyor. Hissiyat yok, ses duyulmuyor.
Gülmek için ‘parantez kapat’ , somurtmak için ‘parantez aç’ , kahkaha mı
atacaksın ‘iki üç kere parantez kapat’. Sonuçta yarım saat sonra kendini
konuştuğunu zannettiğin kişiyle değil de kendi kafa sesinle konuşurken
buluyorsun. Yüzünde gereksiz bir sırıtma, sırtında bir ağrı. Yok, yok hiç bana
göre değil bu yeni nesil duygu noksanı teknoloji icatları.
Aslında
teknolojiden faydalanmayı gerekli bulan, fakat gelenekselliğini de yitirmemeye
çalışan biriyim ben.‘Sosyalleşmek’ adı üzerinde toplum içinde yapılması gereken
bir şey. Bu yüzden ‘sanal âlemdeki sosyal platform’ ne demek bir türlü anlayamamışımdır.
Bilgisayar ortamlarından uzak durarak daha mı çok sosyalleştin dersen , “ hayır
tabii ki! ”. Çünkü sosyalleşmek için gereken malzeme olan insanlar orada saklanıyorlar.
Ben tek başıma o dünyanın dışına çıksam ne olur? İşte bütün bu yaşam tarzı,
bana ister istemez aynı noktayı işaret ediyordu. Alisha!
Neyse
ki ‘saplantı’ statüsünden bir üst kademeye geçmiştim. Tanışmıştık. Adını
biliyordum. Demek ki istediğim gibi gözetleyebilirdim artık! Belki ara ara
camdan cama el bile sallardık birbirimize!
Yine
de huylu huyundan vazgeçmezmiş. Zaman zaman cesaretimi toplayıp pencere önünde
varlığımı onun görebileceği şekilde ilan etsem de, o da bana bakarsa ne
yapacağımı bilemediğimden tekrar perdenin arkasına saklanıyordum.
Hemen
hemen her gün bu takibe devam ettim. Sıkça telefonla konuşan, hatta telefonu
elinden düşürmeyen, çok sistematik olmadan, ihtiyaç doğdukça alışverişe çıkan,
pek ziyaretçisi olmayan biriydi uzaktan. Her sabah aynı saatte evden çıkıp, aynı
saatte eve dönebildiğimden, sadece günbatımı vaktinde kendisine
sardırabiliyordum. Yani onun çalışıp çalışmadığı konusunda bir fikrim yoktu.
Günler
birbirini kovalarken zaman denen aceleci şey almış başını gidiyordu. Benim gibi
kırklı yaşlara yaklaşınca insan, her konuda hızlı hareket etmesi gerektiğini
düşünüyor. Zamana yenik düşme korkusu çekingenliğin ilacı haline geliyor birdenbire!
Yaşlandıkça daha çok konuşma isteği belki de kaybedecek bir şeylerin
kalmamasıyla alakalıdır, kim bilir?
Sonunda
daha somut adımlar atarak risk almam gerektiğine karar verdim. Bana göre
yaptığım gözlemler yeterliydi. Eğer hayatında özel biri olsaydı bu kadar
zamanda farkına varırdım herhalde.
Nitekim
günün birinde, yine aynı markette, başarılı zamanlamam! sayesinde köşeye sıkıştırıp,
esprileri de ardı ardına Allah ne verdiyse saydırıp, anladıklarını cebe koyup,
boş gözlerle baktıklarını ise daha sonra kullanmak üzere yerden toplayıp
kendisini etkilemeyi başardım. Sonrası çorap söküğü gibi geldi esasında. Zira
çekingen yapım başlarda bana engel olurdu ama bir kere açıldıktan sonra beni
kimse tutamaz, enginlere sığmaz taşardım. Alisha’yla da aynı şeyler oluyordu.
Oyunun kontrolünü ele geçirmiştim. Ya da öyle olduğunu zannediyordum.
İlişki
bu, yerinde durmuyor tabii. Kontrol edemediğin zamanlarda kendi kendine
kararlar alıp yürürlüğe koymakta sakınca görmüyor. Hâlbuki hep bir edamız
vardır ya kader karşıtı , “Onu ben yaptım.”, “Ben istemesem öyle olmazdı.”, “
İyi ki öyle yapmışım.” diye. Aslında koca bir yalan. Hiç inanmam öyle ‘ kuantum
sıçraması ’ tarzı işlere. Yok, neymiş, istersek olurmuş, evrene doğru sinyaller
göndermek gerekirmiş , ‘istedim ama olmadı görüyor musun ’ dersen anında sana küsermiş,
blah blah blah… Anlatılanlar doğru olsaydı şayet, bu kadar zamanda bırak sıçramayı,
insan olan azıcık yerinden kımıldardı herhalde. Kim başına iyi olaylar gelsin istemez
ki?
Böylesine
doğaya ters oluşumlar bana da ters nihayetinde. Benim anladığım, bu durumda
sadece bu işi ortaya atanların bir sıçrama yaptığı. Hem de diğer insanların
omzuna basarak.
Kiranı
tıkır tıkır ödersin. Borcun harcın yoktur. Tam oturduğun ev senin oldu
zannedersin ki, “Zırrr!” bir telefon.
Arayan ev sahibi. “Efendim çok iyi bir kiracısınız ama” ile başlayıp , “oğlum
evleniyor”, “torunum sünnet olacak” gibi, nedense kendi elinde olmayan
sebepleri bahane eden cümlelerle devam ederek bütün huzurunu alt üst eder.
Evrene sinyal gönderirken kafam ne kadar karışmış olabilir ki, sakin sakin
yaşadığım yerden kıçıma tekmeyi yemeyi istemiş olayım? ,diye kara kara düşünüp
durursun.
Neyse
ki o anda böyle sorunlarım yoktu. Bütün saflığımla başka şehirde yaşayan ev
sahibimin benim oturduğum yere dokunmak istemeyeceğine inanıyordum. Hele hele
artık Alisha vardı. Yer değiştirmek her zamankinden daha da zordu.
Alisha
ile telefonda görüşmelere başlamış, hafta sonu gezmeleriyle hızlanmış, derken
hafta içi akşam görüşmelerine kadar ilerlemiştik. Genel hatlarıyla iyi
gidiyordu her şey. Yok etmeyi bir türlü başaramadığım kendine özgü gizemi,
benim ona karşı sürekli istekli davranmamı sağlıyordu. Kafamı kurcalayan
soruları cevapsız bırakarak ne onun, ne de kendi huzurumun kaçmasına izin vermiyordum.
Hakkında çok fazla bir şey öğrenememiştim ama bu beni rahatsız etmiyor, aksine
merakımı hep taze tutup ilişkiyi besliyordu.
Tabii
bazı şeyler adil değildi. Mesela o Türkçe biliyor ve anlıyor, ama ben zerre
kadar Rusça bilmiyordum. Ona gelen
telefonlarda açarken kullandığı ‘ Da ‘ nidasından gerisi ben de boşluk hissi
uyandırıyordu. Suratında, gülse bile kaybolmayan o sert ifade, tepkilerini
ölçmeme de izin vermiyordu. Dolayısıyla “ arayan kim? ” diye sorsam vereceği
cevaba inanmaktan başka çarem olmadığını çok iyi biliyordum. Kaldı ki, bugüne
kadar yaşadıklarım, şüphenin, işkillenmenin bir faydası olmadığını defalarca
göstermişti bana. Genelde hep ters köşeye yatmış, şüphelendiğim durumlarda
mahcup durumlara düşmüş, “yok canım, değildir.” dediğim anlarda ise salak
yerine konulmaktan kaçamamıştım. Neticede her halükarda rezil olacaksam neden
olduğunun pek bir önemi kalmıyordu benim için.
Hep
benim evimde buluşuyorduk. Onun evini bir defasında kapı aralığından görmüş,
bir seferinde de evin antresine kadar ayakkabılarımla girmiştim. Alisha
içerideki odada hazırlanırken yirmi metrekarelik salonunu göz ucuyla inceleme
fırsatım olmuştu. Sohbetlerimiz sırasında, konusu açıldığında benim oturduğum
evin genişliğinden, kendi evininse eşyalarına yetecek kadar bile olmamasından şikâyet
eder dururdu. Ben de ona gitmek konusunda pek ısrarcı olmazdım. Zaten sevişmek
için yeterli alan benim bir buçuk kişilik yatağımda mevcuttu. Belki de yatağı
tek kişilikti ve sevişme akabinde yan yana uzanamayacağımız için beni davet etmiyordu.
Ne bileyim?
Kadınların
düşünce tarzını hiç anlayamamış, anlamama da gerek olduğunu düşünmemişimdir
oldum olası. Her zaman dedikleri gibi anı yaşamaya çalışarak mutlu olmanın
yollarını arıyordum. Dilimizi çok iyi bilmediğinden tartışmalarımızda çok uzun
sürmüyordu. Bazen sonlara doğru Rusça bir iki cümle patlatıp konuyu
kapatıyordu. Ne dediğini anlamadığım için bende cevap verme ihtiyacı
duymuyordum. Böylece birbirimizi kıracak kadar ileri gitmemiş oluyorduk.
***
Üç-dört
ay sonra yoğun bir iş gününün ardından eve döndüm. Yemeği nerede yemek
istediğini sormak için telefona sarıldım ki;
“Aradığınız
kişiye şu an ulaşılamıyor!” , dedi operatörün her olan biteni bilen kızı.
Soyunup
dökündükten sonra tekrar denedim. Cevap aynı. Bu sefer gerçekten doğru söylüyordu
galiba telefondaki kız. Ulaşılamıyordu karşı binadaki kişiye!
Beynim
onu takibe aldığım dönemlerden öylesine uzaklaşmış ki zaman içinde, pencereden
eve doğru bakmak neden sonra aklıma geldi.
Gördüklerim
yaşayacaklarımın teminatıydı. Alisha’nın dairesinin perdeleri bile yoktu. Evin
terk edilmiş olduğu benim olduğum yerden bile anlaşılacak şekilde hiçbir şey
bırakılmamıştı. Yaşadığım şokun ardından gücümü toplayıp apartmanının önüne
gitmem de gerçekleri değiştirmemişti.
Terk
edilmiştim!
İlk
kez olmuyordu belki ama bu defa çok canım acımıştı. Oysa bana her şey güzel
gidiyormuş gibi geliyordu. Bir ilişkide daha ne olması gerekirdi ki?
Mutluluğumun bana yeten dozu neden diğerleri için yetersiz kalıyordu? Tek başına
cevaplamama imkân olmayan sorularla beni baş başa bırakmıştı. Terk edilmek
başlı başına kötü bir şey belki ama sebebini bilememek insanı bitiriyor. ‘Neden
ben ?’ ‘Benden ne çıkarı vardı ?’ diye düşünmekten kendimi bir türlü
alamıyordum.
Farelerin,
uyurken insanların kulaklarını kemirmek için narkoz etkisi yapan nefesini
usulca kulaklarına üflemesi gibi Alisha da beni uyuşturmuştu önceden.
Operasyonu sırasında hiç acı duymamıştım. Narkozun etkisi geçtiğinde ise bütün
sinir uçlarım zonkluyordu.
Ne
yalan söyleyeyim, hiç kendime gelemedim.
Sürekli
aynı soru dönüp duruyordu zihnimde.
“
Şimdi çıkıp gelse ne yaparım? ”
Cevap
her farklıydı. Kimi zaman ‘suratına bakmam’ , bazen ‘öldürürüm’ , çoğunlukla
ise ‘vardır kesin bir sebebi’ deyip bir türlü karara varamıyordum. Böyle hal ve
durumlarda karar vermeden önce, sonuç değişmeyecek olsa bile sonuna kadar
dinlemenin sebepten doğan merakı gidermek konusunda yardımı olduğunu düşünürüm
genelde. Hem ne demişler , ‘Şüphelinin suçu sabitlenene kadar kişi suçsuzdur.’
Ama
o suçluydu…
***
Aradan
geçen bir buçuk yılda pek toparlanamamış olmama rağmen, sinirlerim biraz
yatışmış ama merakım olduğu yerde duruyordu. Tabii ne zaman olursa olsun o an
gelip çattığında, yüzüne araba farı tutulmuş tavşan gibi kalakalacağımı
biliyordum.
Yine
haklı çıkmıştım. Onu apartmanın kapısının önünde otururken gördüğümde o tavşan
ben olmuştum.
Öylece
donup kaldım önce. Gerçekle hayal arasında gidip geldim. Gerçekti. Ben de bunun
farkındaydım. Karşımda durmuş bana bakıyordu. Gözlerindeki sert bakışlar ilk
kez yerini suçlu bir ifadeye bırakmıştı. Son bir buçuk yılda kafamda kurduğum
olası sahneler yer ile yeksan olmuştu biranda. Bomboştu ortalık sanki. Sadece o
ve ben varmışız gibi. Tam da geçen zaman yavaşlamaya başlamışken “Merhaba” demesi
tekrar ivmeledi olanı biteni. Beni de uyandırdı. Bir anlığına yitirdiğim
hafızamı geri getirdi.
Ben
“merhaba” bile diyemedim. Ona bunu bile çok gördüğümden değil, sesimin
çıkmayacağını bildiğimden. Benim şaşkınlığım onu şaşırtmadığından konuşmasına
cevap beklemeden devam etti.
“
Konuşabilir miyiz ?”
“…”
“ Ece ‘ye gidelim mi ?”
“…”
Ece
dediği bizim iki üç sokak ötemizdeki kafenin adıydı. Sahibi gençten bir kızdı.
Adı Ece tahmin edileceği üzere. İsmini kim belirlemiş bilmiyorum ama kızın
‘kraliçe’likle uzaktan yakından alakası yoktu.
Bazı
insanlar için ‘ismi ile müsemma’ denemeyeceğini ispatlamaya çalışır gibiydi.
Zavallı kız neredeyse kafedeki bütün işleri kendi yapıyordu. Adisyonu o tutar,
servisi o yapar, zaman zaman mutfağa da girerdi. Kraliçelik onun yakınından
bile geçmemişti. Gerçi pek güzel ve şirindi ama bu kraliçe olmak için yeterli
değildi.
Hatta
Alisha bir ara beni ‘kızcağızdan’ kıskanmıştı gereksiz yere. Aramızda tahminen
on beş yaş kadar fark vardı. Ayrıca Ece sadece bana değil herkese güler yüz
gösteriyordu. Çünkü yaşamak için bizim gibi müşterilere ihtiyacı vardı. Alisha
bunu bayağı zor idrak etmişti.
Yol
boyunca pek konuşmadan yürüdük. Bu esnada ben, çabuk pes etmemem gerektiğini
düşünüp, kendimi olası bir teklife karşı telkine uğraşıyordum sürekli. O ise
sanırım bana geçeceği özeti planlıyordu kafasında. Neden geri döndüğünü çok
merak etmeme rağmen, bilmediğim şeylerden korktuğum için fazla aceleci
davranmıyordum.
Ece
bizi bir arada görünce şaşırmış ama çabuk toparlamıştı. Alisha’ya sarılırken
onun görmeyeceği şekilde, neler olduğunu anlamaya çalışır gözlerle bana baktı.
Alisha gittikten sonra birkaç kez Ece’ye gitmiştim, fakat anılarımı
canlandırdığı için bir müddet sonra ayağımı tamamen kesmiştim mekânından. O
dönemki ziyaretlerim sırasında olanı biteni ona anlatmamış olsaydım müşterisini
kaybettiği için bana kırgın olabilirdi. Belki de tamamen yanılıyorumdur,
bilmiyorum. Pek de önemi yoktu zaten. Dedim ya, müşterisiyiz biz onun.
İçeceklerimiz
geldikten sonra daha fazla kaçamayacağımı anlayarak,
“
Eee ?”, dedim. “ Neden döndün ?”
“Aslında…
Neden gittim ?” ,diye düzeltti soruyu.
Evet,
doğru soru buydu. Her zaman olduğu gibi benden bir adım öndeydi. Daha dönüp
dönmediği belli bile değildi, ama gitme fiilini bayağı bir hakkını vererek
gerçekleştirmişti hani.
“Evet.
Doğru. Neden gittin ?”
“Hamileydim!”
“Nasıl
yani ?”
“Hamileydim
işte!”
Bir
türlü anlam veremiyordum bu konuşmaya. Hamile kalması gitmemesi için bir sebep
olabilirdi benim için. Güç bela “Neden peki ?” diyebildim sadece.
“
Neden terk ettin beni? Evlenebilirdik .”
“Ben
zaten evliyim... Hep evliydim.”
Ardı
ardına suratıma tokat atıyor gibiydi. Bütün yaşadıklarımı, anılarımı benden
aldığı yetmezmiş gibi yeniden kendime gelmeme de izin vermeyecek şeyler
söyleyerek beni yok etmeye çalışıyordu sanki.
“
Her şeyi baştan almalıyım galiba. Igor ile benim çocuğumuz olmuyordu. Doktora
gittiğimizde sorunun Igordan kaynaklandığını öğrendik. Çocuk önemlidir bizim
için. Çünkü çocuk olmazsa asla tam bir aile olamazsın. İstanbul’a geldiğimizde
Igor ‘un işlerinin bu kadar ters gideceğini hesaba katmamıştık. Lviv de
çalışabileceği bir iş olduğunu öğrendiğinde hiç tereddüt etmeden gitti. Biraz
para kazandıktan sonra tekrar buraya dönecekti ama orada kalması gereken süre
tahmin ettiğimizden daha uzun olmaya başladı. Aslında aradan geçen zaman
çocuğumuz olmadığı gerçeğini bize unutturmaya başlamıştı ki senin pencereden
beni gözetlediğini fark ettim. Önceleri çok korktum. Ben de seni incelemeye başladım.
Igor’a planımı anlattım telefonda. Benim delirdiğimi sandı. O başıma
gelebileceklerden benden daha çok korkuyordu. Orada kalması konusunda onu ikna
etmem zor oldu tabii. Aslına bakarsan planımın bu kadar kusursuz işleyeceğini
ben de tahmin etmemiştim.
Sonrasını
biliyorsun. Tanıştık. Senden emin oldum. Igor’a planımı gerçekleştireceğimi
söyledim. Sonunda o da kabul etti. Benden ayrılmak yerine başkasının çocuğunu
büyütmek daha akılcı geldi ona. Hamile olduğumu öğrenir öğrenmez hemen Igor’un
yanına gittim. Ukrayna da doğurdum ‘Elena’ yı. Gelecek hafta bir yaşını
bitirecek. Bütün bunları bilmen gerek diye düşündüm.”
Ne
düşünmem gerektiğini bilemedim. Ne yapabileceğim konusunda ise hiç fikrim
yoktu. Aklıma ilk gelen Elena’ya sahip çıkmaktı.
Elena
demek… Hâlbuki kızımın adının hep Zeynep ya da Elif gibi bir isim olacağını
hayal etmiştim.
“
Onu senden alacağım” , dedim.
“
Unut bunu. Elena benim kızım!”
“
DNA testi yaptırırım.İspatlarım”,dedim can havliyle.
“
Bu mümkün değil, benim ülkemde bunları yapmana izin vermem. Ayrıca ispat etsen
bile bana tecavüz ettiğini söylerim. Unutma üstelik ben o zaman evliydim. Suçlu
duruma düşersin.”
Haklıydı
galiba. Elimi kolumu bağlamıştı. İstemezse bana kızımı göstermezdi bile. Zaten
öyle bir derdi de yoktu. Sadece kuru bir fotoğraf koydu masanın üstüne.
“
İşte kızımız Elena ” , dedi.
Hepsi
bu! Sadece bir fotoğraftı kızımdan bana kalan.