Eskiden
beri bayramlardan ve tatil günlerinden hiç haz etmem. Öyle küçükken geçirdiğim
travmatik bir sebebi de yok esasen. ‘Bayram’ kelimesi mutlulukla özleştirilir güya
ama kimse sormaz ‘hepimiz mutlu muyuz ?’
diye. Mesela onca insan bayram yolculuklarında trafikte hayatlarını kaybediyor
ama bir sonraki bayramda arkalarında bıraktıklarının ne hissettiklerini düşünen
olmuyor.
Anneler
günü, babalar günü, sevgililer günü her biri birbirinden beter bu konuda…
Annesini kaybetmiş biri için ‘anneler günü’nün ne hissettirdiğini düşünen yok.
Neden olsun ki? Artık her şey ticari yeni dünya düzeninde. Nitekim son yıllarda
dünyadaki ‘çift’ sayısı azaldığı için hedefini şaşıran ‘sevgililer günü’ , daha
ziyade yalnız insanlar için düzenlenen partilerle ticari anlamda kendini
kurtarmaya çalışıyor.
Üstelik
son zamanlarda bayramlar tatil fırsatları haline geldi. Bütün bir seneyi
bayrama denk gelen haftada tatil yapabilmek için çalışarak geçiriyoruz. Hal
böyle olunca da gidilebilecek her yöne, akla gelebilecek her türlü vasıtayla
yolculuk etmek son dakika kararıyla gerçekleşemeyecek bir durum olmaya başladı.
İnsanlar
genelde uçak yolculuğundan endişe ettiklerini söylüyorlar ama bir bakıyorsun
bayram geldi mi herkes havada, otobüs şirketleri uçak bileti fiyatına tarife belirliyorlar,
hepsi tıka basa dolu. Özel arabanla gitmeye kalkışsan, bir kişi yolculuk yapacak
diye dört kişinin bilet parasını benzine veriyorsun.
Genelde
böyle olduğunda seyahatten vazgeçer, tatili evimde keyif yaparak, kitap okuyarak,
dinlenerek geçiririm ama nedense bu sefer ben de ‘seferi’ olacağım diye inat
ettim. Son çare olarak da demiryollarını kullanmaya karar verdim. Uzun
yıllardır kullanmadığım bir vasıtaydı tren.
Nasıl
olduysa kuşetli vagonda son anda bir kişilik yer buldum ve on küsur saat aynı
kompartımanda yolculuk yapacağım hiç tanımadığım diğer üç kişiyi düşünmeden
biletimi aldım.
Valiz
hazırlamak benim için oldum olası çok kolay olmuştur. Son anda karar verip
hazırlanıyor olsam bile çantamda olması gerekenler daima aklımdadır. Unuttuklarımı
da gittiğim yerden temin edebilirim diye düşünürüm. Tıraş takımlarımı,
telefonumun şarjını, nüfus kâğıdımı, paramı ya da onun yerini alabilecek kredi
kartımı çantaya attığım sürece geride bıraktıklarım pek sorun olmuyor. Hatta
tam bir beyin egzersizi olduğunu bile söyleyebiliriz bu hızlı düşünme
safhasının.
Yaklaşık
yarım saatte hazırladığım çantamı sırtıma alıp her şeyi kontrol ettikten sonra
akşam trenine yetişmek üzere evden ayrıldım. İstasyona gidene kadar fark ettim
ki aslında gitmeye çalıştığım yerin herhangi bir önemi yok. Asıl yapmak
istediğim uzun zamandır hasretini çektiğim ‘yolculuk’ eylemi. Yine de
İstanbul’u terk etmek, ardımda bıraktığım kimse olmasa bile daima beni hüzünlendirmiştir.
Zorunlu çıkılan tatillerden, genelde beynimi de beraberimde götürdüğüm için
gittiğim gibi geri dönerim. Ama bu defa gerçekten isteyerek yola çıkıyordum ve
hiçbir beklentim yoktu.
İstasyona
vardığımda plantonluktan trenimin hangi peronda olduğunu öğrendim. Bir hafta
kadar sürecek olan tatil için gerekli olandan daha az eşyamın bulunduğu hafif
sırt çantamla peronda ilerlemeye başladım. İnsan ancak peronda park halindeyken
trenin bu kadar uzun bir vasıta olduğunu hissedebiliyor. Elimdeki bilete baktım;
Pamukkale Ekspresi –Kuşetli Vagon no.6 - Ac4 –Kalkış Saati: 18.35.
Normal
zamanda tembelliğimden, 6 no’lu vagonun gar binasına en yakın noktada olmasını
tercih ederdim. Ancak bugün Avustralya yerlileri aborjinlerin, geride kalan
ruhlarını beklemeleri gibi ben de ağır hareketlerle, hayatı hissede hissede,
sindire sindire yaşamaya karar vermiştim. Gecikmelerin, gerçekte kaderin
çizgisini pek de etkilemediğini kendime ispat etmek ister gibiydim. İnsanın
hayat yolculuğunu kâğıda dökmek istesem, birbirlerine zincirin halkaları gibi
bağlanmış baklava şekilleri çizerdim herhalde. Önümüze zaman zaman
seçebileceğimiz güzergâhlar çıksa da, hayatımızın belli noktalarında kaderin
belirlediklerini yaşamak suretiyle ‘kendimize ait’ baklavalı zincirimizi
oluşturuyoruz sanki. Sonuç olarak, düğüm noktalarında yaşananlar ve ne zaman gerçekleştikleri
belirli, fakat arada geçen süreçte olan biten ‘kişiye özel’ değişkenlik gösteriyor
bana göre.
Tam
olarak son vagon olmasa da, peronun sonuna yakın, park halindeki 6 no’lu
kuşetli vagonu gördüm en sonunda. İlk dikkatimi çeken ise restoran vagonuyla
aramızda sadece bir vagon bulunmasıydı.
Tek
başına yolculuk yapanların vazgeçilmezidir ‘yemekli vagon’. Karnım aç değildi
belki ama gecenin belli bir zamanında ya açlıktan, ya da kompartımandaki
muhtemelen anlaşamayacağım diğer ‘kiracılar’ yüzünden kesinlikle ziyaret
edeceğim adres orası olacaktı.
Önyargılar
insanı genelde korkutur, özgürlüğünü kısıtlar. Sınırlar koydurur.
Beklentilerini ortadan kaldırır. Yaşanacakları önceden bilebileceğini, daha
önce hiç görmediği insanların kişilikleri hakkında sanki beraber büyümüş gibi
fikir sahibi olunabileceğini düşünmesine neden olur. İşin kötüsü, zaman
içerisinde düşüncelerinin gerçekliğine daha çok inanıp, kişinin yanılgıya
düşmesi ise kaçınılmazdır. Haklı çıktığımız da olur elbette ama malum, nadiren
gerçekleşen olaylara ‘tesadüf’ diyoruz. Üstelik öyle bile olsa başlangıçta
belirlediğimiz sınırları kaldırmak da gayet zor.
Nitekim
kompartımanın kapısını açtığımda karşılaşacağım manzara hakkında aşağı yukarı
bir tahminim vardı. Tarlasında yetiştirdiği ‘organik’ soğanlar sayesinde
yanaklarındaki ‘al’lığı yitirmemiş, üç kişilik Anadolulu bir aile olabilirdi
mesela. Ya da UNESCO’nun dünya mirası listesinde yer alan Hierapolis’i, Apollo
tapınağını, Pamukkale’yi ziyarete gelmiş bir turist grubu…
Kapıyı
açtığımda ise tahminlerimin ‘karavana’ olduğunu gördüm. Karşılıklı iki sedir ve
üstlerindeki yüklüklerden ibaret dar kompartımanda sağ sedirde yaşlı bir teyze,
sol sedirde ise genç bir çift oturuyordu. Yaşlı teyze’yle gençlerin bir
bağlantıları olmadığını hissedince ister istemez , ‘ insan bu yaşta tek başına
yolculuk yapabilir mi acaba ?’ sorusu aklıma düştü. Daha yolculuk başlamadan
uyku moduna almıştı kendisini, ama ne hikâyeleri vardı kim bilir?
Başımı
sallamak suretiyle kibarca genç çifte selam verdikten sonra çantamın içinden
yarısına geldiğim ve yolculuk sırasında bitirmeyi planladığım kitabımı aldım ve
fazla gürültü etmemeye gayret ederek çantamı üstteki yüklüğe bıraktım. Usulca
daha sonraları teyzenin yatağı olacak olan sedire oturdum. Karşımda duran gençlere
tekrar bakıp, bu defa sözlü olarak selam verdim.
“
Merhaba. ”
“
Merhaba. ”
“
Merhaba. ”
‘Merhaba’
kelimesinin ‘benden size zarar gelmez’ manasına geldiğini öğrendiğimden beri
bütün selamlaşmalarımda kullanmaya özen gösteriyorum. Kaldı ki gençlerden erkek
olan , ‘ avlanma sahasına destursuzca giren başka bir erkek ’ ten dişisini
koruma içgüdüsüyle bana sert bir bakış fırlatmıştı. Tabii hal böyle olunca da
benim ‘merhaba’m tam yerini bulmuş oldu. Zira ben yirmili yaşlarda olduklarını
tahmin ettiğim bu pırıl pırıl gençlerle iyi bir yolculuk geçireceğimiz kanaatindeydim.
Onlara daha fazla rahatsızlık vermemek adına genç kızdan bakışlarımı kaçırarak,
daha önce kaldığım yere ayraçla işaret koyduğum sayfasından itibaren kitabımı
okumaya başladım.
Gözüm
kitabımın sayfalarındaydı belki ama kulağım ister istemez gençlerin
aralarındaki konuşmalara tanık oluyordu. Benim onlar için tehlike arz
etmeyecek biri olduğum kanısına varınca genç adam fena halde rahatladı. Hatta öylesine
rahatladı ki saçma sapan şeyler anlatmaya başladı. Ben o yaşlarda kız
arkadaşlarımla neler konuşuyordum pek hatırlamıyorum gerçi ama bu adam tam bir
felaketti.
Erkekler
böbürlene böbürlene kızları nasıl tavladıklarından bahseder çoğu zaman ama
gerçekte doğada seçici olan dişidir. Kızlar birlikte olmak istedikleri
erkekleri belirlerler ve bunu da o kadar ustalıkla yaparlar ki, çoğu zaman
kendileri bile ‘seçen’ değil de ‘seçilen’ olduklarına inanırlar. Ancak
aralarındaki konuşmalara bakınca bu hoş kızın bu çocuğu isteme ihtimali sıfıra yakın
diye düşündüm. Yine de kızların neler düşündüğüne pek akıl sır ermez.
Ben
bunları düşünürken genç ‘adam’ , genç kızı etkilemek için şekilden şekle
giriyor, okulda kullandığı kalemlerin her birinin neden farklı renklerde
olduğunu sebepleriyle anlatıyor, annesinin bir sürü farklı kalem aldığı için
kendisine kızdığından bahsediyordu. Bütün bunları yaparken de gayet güvensiz
bir şekilde ayağını çişi gelmiş gibi sallıyor, kızımız da aynı şapşal edalarla
çocuğun gözünün içine bakıyordu. Bütün bunlar yaşanırken ben de, gençlik ne
güzel şey, hesabı kitabı ne kadar az, ne kadar doğal diye düşünmekten kendimi
alamıyordum tabii.
Yine
de ne zaman kadın erkek ilişkileri hakkında düşünsem aklıma peygamberdeveleri
gelir. Hani şu dişisinin, çiftleşirken karnındaki yavrunun gelişimi için gerekli
olan proteini, gerekçe göstermeksizin seviştiği zavallıdan sağlayan böcekler!
İnsanlarla
peygamberdeveleri bir değil elbette ama olayın temeli bir içgüdü nihayetinde.
Her ne kadar bizler olayı yamyamlığa dökmesek de, varlığımıza özgü sinsilikle
ve çoğu zaman da kibarlık kisvesi altında, sonuçta aynı temele dayanan
davranışlarda bulunabiliyoruz. Ayrıca kızlar ile erkekler aynı hızla büyümüyorlar.
Yaşlar birbirine yakınken kızlar karşı cinslerine oranla daha uyanık olabiliyor.
Doğada seçimi dişilerin yaptığını da düşünürsek eğer, erkeklerin, karşı
cinsinin doğru seçimi yapabildiğinden emin olması için biraz daha zamana
ihtiyacı var diyebiliriz. Zira gençken yapılan tercihler genelde mutsuzluğa
davetiye çıkartmak gibi geliyor bana.
Tam
da gençlerin aralarında geçen incir çekirdeğini doldurmayan sohbetlerinin beni
yolculuk esnasında doyuramayacağını düşünürken trenimizin kalkış düdükleri
çaldı. Ve önce o koca demir yığınının ilk hareketini sağlayan darbeli kalkış,
ardından ise yolcuların geride bıraktıkları ile vedalaşmasına izin vermek adına
perondan ağır ağır uzaklaşma…
Trenin
kalkışındaki darbe, yaşının seksen beşlere yakın olduğunu tahmin ettiğim
teyzenin uyanmasına sebep oldu. Daha sonraları hepimize ‘ninni’ gibi gelecek olan
o ritmik gürültüyü, yeniliğe uyum sağlama sürecinde olan her birey gibi o da
yadırgamıştı. Tek başına yolculuk yaptığına hala inanamadığım teyzeyle konuşmak
için can atıyordum. Ama o henüz bizim farkımıza varamamış gibiydi. Sanırım
uykunun vermiş olduğu sersemliğin de etkisiyle trende yolculuk ettiğini bile
daha yeni yeni idrak ediyordu.
“
Saat kaç? ” , diye sordu bana dönerek.
Bayılıyorum
yaşlı insanların hiç vakit kaybetmeden bodoslama konuya girmelerine. Ne gerek
var değil mi kendini tanıtmaya? Vakitlerini, sorduğu sorunun cevabının,
kaybedeceğimiz zamanda değişebilme ihtimalini dikkate alacak kadar verimli
kullanabiliyorlar.
Adımın
‘Ahmet, Mehmet ya da Metin’ olmasının onun için bir önemi yok ki. Artık
hepimizin aynı yöne gitmekte olan yolcular olduğunu anlayacak yaşa gelmiş ne de
olsa.
“
Yediye yirmi var .”, dedim.
“
Daha yeni kalktık desene? ”
“
Evet.”
Dimağ
yerindeydi. Anlamak çok zor olmamıştı. Trenin ne kadar önce hareket etmiş
olabileceğini hemen hesaplayabilecek kadar matematiğe hâkimdi. Bunu yapabilmesi
için kalkış saatini de hatırlamış olması gerektiğini düşünürsek hafızasını
zinde tutan ‘korteks’inin de zarar görmemiş olduğu aşikârdı.
‘
İşte! ’ dedim kendi kendime saçmalaması daha az muhtemel bir yol arkadaşı.
Üstelik enerjisi yettiği oranda beni yeni bir dünyayla besleyebilecek biri.
“
Çocuğun var mı? ”
Al
işte. Damardan sorulmuş, dolaysız bir soru daha.
“
Yok .”, dedim.
“
Neden yok? ”
“
Evli değilim. Bekârım.”
“
Olmalı.” , dedi.
Bu
kısa sözleri söylerken yüzü hiç gülmüyordu teyzenin. Adını bile bilmiyordum
henüz ama ifadelerindeki yalnızlık ve acı, dolaysız olarak karşısındakine
geçiyordu. Çok yaşamış olması bu yalnızlık hissini verebilirdi elbette ama
belli ki daha fazlasını bünyesinde barındırıyordu.
Nitekim
adı ‘Nafiye’ olan seksen sekiz yaşındaki bu teyzenin gayet acıklı ve inanması
güç bir öyküsü vardı. Kendisi Boşnak göçmeniymiş. Balkan harbi sırasında Sırplar,
annesi, babası ve kardeşlerini gözünün önünde katletmişler. Osmanlı subayı olan
Recai Bey o dönemde on beş yaşlarında olan Nafiye teyzeyi himayesi altına alarak,
bir başka deyişle kaçırarak kendi köyü olan Denizli Sarayköy’e getirip,
evlenmiş. Bu evlilikten zaman içerisinde tam beş çocuğu olmuş. Fakat bu yaşa
gelene kadar ne Recai Bey ne de çocukları hayatta kalmayı başaramamışlar. İki
sene önce yaşayan son oğlunun, onarmak için çıktığı damdan düşerek ölmesiyle de
geliniyle kalakalmışlar. Allah’tan gelini vefalı çıkmış da, sokağa atılmaktan
kurtulmuş. Bayramdan önce İstanbul’da öğrenci olan torununu görmeye gelmiş.
Gelini ile torunu Nafiye teyzeyi sıkıldıkça kargo paketi gibi trene koyup
birbirlerine gönderiyorlar anladığım kadarıyla.
Doksanlı
yaşlara yaklaşmış birinin her şeyi bu kadar net ifadelerle anlatmasına çok
şaşırmakla beraber, bu kadar acının bir insanın beyninde her noktayı nasıl da
güçlendirdiğini rahatlıkla görebiliyordum. ‘ Öldürmeyen şey insanı güçlendirir
’ dedikleri bu olsa gerek.
Nafiye
teyze’yi dinlemek beni gerçekten allak bullak etmişti. O bile bu kadar acıyı
yetmiş senede yaşamıştı. Oysa ben tamamını yirmi dakika gibi kısa bir süre
içinde öğrenmiştim. Kendimi üst üste birkaç cenazeye gitmiş gibi hissediyordum.
Duyduklarım bende geçici de olsa duygusal tahribata neden olmuştu.
Tam
da o sırada kompartımanın kapısı aralandı ve bilet kontrolü için kondüktör
geldi. Hepimizin biletlerini kontrol ettikten sonra saat dokuz gibi
yastıklarımızı getireceğini ve on iki gibi de ışıkların azaltılacağını söyleyip
gitti. Ardından ben de kendimi yemekli vagona attım.
Güzele
geldiği söylenen akşam güneşi bizi yavaş yavaş terk etmeye hazırlanıyordu. Hava
kararmadan hemen önce yanından hızla geçtiğimiz manzaraya eşlik etmesine izin
verdiğim biramı yudumlarken bile henüz dinlediğim hikâyeyi bir türlü kafamdan
çıkartamıyordum.
Ölümü
hatırlamanın insanda biran evvel çoğalma dürtüsünü ateşlemesi sebebiyle en
‘afrodizyak’ mekânların ‘cenazeler’ olduklarını duymuştum bir zamanlar. Nafiye
teyzenin anlattıkları da ben de aynı etkiyi yaratmış olacak ki, yemekli vagonun
hemen girişinde aniden beliren sarışın güzellikle yakınlaşmak arzusunda buldum
kendimi. Geceyi beklemeden içtiğim iki biranın da katkısı vardı şüphesiz bu
yaklaşımda…
Sarışın
dalgalı uzun saçları olan, otuzlu yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim yeşil gözlü
bu güzel kız tamamı dolu olan yemekli vagondaki diğer insanlara göre görünüm
olarak beni kendine daha yakın bulmuş olacak ki oturduğum masaya doğru
yaklaştı.
“
Oturabilir miyim? ”
“
Tabii.”
“
Merhaba... Ben Filiz… Rahatsız etmiyorum sizi umarım ?”
“
Rica ederim. Aksine çok memnun oldum. Tek başıma bütün masayı işgal etmekten
kurtardınız beni. Bu saatlerde yemekli vagon dolu olur genelde. Gece yarısına
kadar da pek sakinleşmez... Benim adım Mehmet bu arada. ”
“
Memnun oldum.”
“
Ben de öyle.”
Gözlerimin
içine bakarak konuşan bu güzel kızı bana Allah gönderdi diye düşündüm ilk
başta. Rahatlığıyla, kendine güvenli halleriyle, etrafına yaydığı müthiş
enerjisiyle beni hemen etkilemişti. Hafif çakır keyif olmanın da verdiği
özgüvenle yalnız olduğumu hemen belirtmek istedim.
“
Sizde mi yalnız yolculuk yapıyorsunuz? ”
“
Yok hayır. Ablam ve eniştemle beraberiz. Bayram tatilini bahane edip
Pamukkale’ye gidelim hep beraber dedik. İşlerimiz yüzünden birlikte tatile
çıkamamıştık uzun zamandır… Ya siz? Bayram ziyareti mi? ”
“
Tam sayılmaz. Öncelikle İstanbul dışına atmak istedim kendimi biran evvel.
Denizli’de akrabalarım var. Onları ziyaret ederken karar vereceğim ne
yapacağıma... Kabalığımı bağışlayın. Sormayı unuttum... Ne içersiniz? ”
“
Ben de bir bira alabilirim aslında. Vaktimiz bol, sohbet uzayabilir.”, dedi
gülümseyerek.
Haklı
da çıkmıştı nitekim. Sohbet o kadar güzel devam etmişti ki biralarımızın
ardından yemeklerimizi de birlikte yemekten müthiş keyif almıştık karşılıklı.
Her şeyden konuşabiliyorduk. Siyaset, ekonomi, teknoloji ve hatta futbol…
Neşeli biriydi Filiz. Gamsız gibi görünüyordu ama aslında herkes gibi bir sürü
şeyi kafasına taktığı belli oluyordu. Her şeyden öte dünyaya bakış açısı tamamen
protestolardan oluşuyordu. Adaletsiz olan her şeye şiddetle karşı çıkacak
birisiydi.
Gece
yarısı olduğunda vagonumuz bal kabağı olacak korkusuyla uyumak üzere
kompartımanlarımıza dağıldık. Aynı vagonda yolculuk ediyorduk. Onların kaldığı
kompartıman bizimkinin iki yanındakiydi. Eniştesi, ablası merak ederler
düşüncesiyle istemeye istemeye güzel sohbetimizi sonlandırmak zorunda kalmış
olmamız hiç hoşuma gitmemişti. Kim bilir biraz daha zaman geçirsek birbirimize
açılabilirdik belki de.
Kompartımana
girdiğimde Nafiye teyzenin bir bebek gibi uyuduğunu, karşısındaki çiftin ise
onu uyandırmamak için aralarında fısıldaştıklarını gördüm. Nafiye teyze
uzanarak uyuyunca bana ancak oturarak uyuyabileceğim bir alan kalmıştı. Biranın
idrara dönüştükten sonra, içtiğimizden daha hızlı bir şekilde vücudu terk etmek
istemesi yüzünden bir kez daha vagonun sonundaki tuvalete attım kendimi.
Deposu
dolu araçların neden daha yavaş gittikleri, kompartımana dönüş yolundaki
hızımdan çok net anlaşılıyordu. Işıkları sinsileşmiş kompartımanıma vardığımda
uyumak üzere Nafiye teyzenin ayakucundaki kuşete oturdum.
Tam
uykuya dalmak üzereyken kompartımanın kapısı usulca aralandı.
Filizdi
gelen… Yemek sırasında benden ‘aşırdığı’ çakmağımı bana geri getirmişti. Uykum
kaçarsa sigara tüttürürüm rüzgâra inat diye düşündü belki… Belki de bahane etti
çakmağı… Bir kere daha görmek istedi beni uyumadan önce…
Aslında
hangi düşünceyle geldiğinin bir önemi yoktu benim için.
Fakat
o kadar güzeldi ki Filiz; hem beni çok etkiliyor, hem de çok korkutuyordu.
‘
Tabiattaki en güzel renkler, en ölümcül zehirlerin habercisidir.’ diye
duymuştum yıllar önce bir belgeselde. Şimdi de bu cümle beynimde sürekli
kendini hatırlatıyor ve beni, Filiz’e karşı kendimi korumam gerektiği konusunda
uyarmaya çalışıyordu.
Filiz
çakmağı bıraktı ve kendi kompartımanına geri döndü. Ben de tüm bu düşünceler ve
gözlerimi kapattığımda beliren güzel yüzü eşliğinde uykuya daldım.
***
Saat
dört gibi boncuk boncuk terleyerek uyandığımda hala görmüş olduğum rüyanın
etkisindeydim.
Bir
sihirbaz vardı…
Önünde
bir masa, masanın üzerinde siyah uzun fötr şapkalardan iki tane. Hani şu
içinden tavşan çıkanlardan…
Şapkaların
içlerinin boş olduğunu gösteriyor sihirbaz bana.
Ardından
masaya ters bir şekilde koyup yerlerini değiştiriyor…
Benim
işaret ettiğimin içinden beyaz bir tavşan çıkıyor. Mızıkçılık yapıp diğerini
gösteriyorum. Fakat o şapkadan da beyaz tavşan çıkıyor…
Hiç
anlam veremesem de bu rüyaya hafif ürkerek uyanmıştım.
Tabii
içtiğim biraların yaptığı ağız kuruluğunun da bunda etkisi vardı. Fakat yine de
gördüğüm rüyalarda benim için önemli olan semboller değil, hissettiklerim
olmuştur her zaman.
Dolayısıyla
ürkmüş olmak beni bir hayli korkutmuştu…
Sebebini
bilemesem de genelde hislerimi harekete geçiren rüyalar, bana sonradan gerçek
dünyada da kendilerini göstermeyi ihmal etmemişlerdi şimdiye dek. Yani başıma
pek de hoşuma gitmeyeceğini tahmin ettiğim olayların gelme ihtimali bir hayli
yüksekti.
Kendime
gelmeye çalışırken kompartımanın kapısının sakince aralandığını fark ettim. O
saatte kompartımanın kapısını zorlayan birinin niyeti, ya boş yatak bulmak ya
da hırsızlık yapmaktır diye düşündüm.
Fakat
yine yanılmıştım… Filizdi gelen… Saat sabahın dördünde hem de…
Artık
bu gelişin tek bir anlamı vardı benim için!
Kompartımandan
dışarı çıkıp vagonun sadece bir kişinin geçmesine imkân tanıyan o dar
koridorunda hızlı adımlarla kendimize yalnız kalabileceğimiz bir yer aramaya
başladık. Geçerken bütün kompartımanların kapılarını kontrol ediyorduk.
Kalkışta tamamen dolu olan trende, ilerleyen saatlerde ara istasyonlarda
inenler sayesinde boş kompartımanlar bulmak mümkün olabilirdi belki. Nitekim
bir sonraki vagonda terk edilmiş bir tane bulduk. İçeriye dalıp, sanki ilk
andan beri oradaymışız gibi kapısını sürgüledik…
Sevişmemiz
sırasında bize eşlik eden trenin ritmik melodisi ve yakalanma korkusu, normalin
üstünde hazlar yaşamamıza imkân vermişti. Hayatın ne kadar kısa sürdüğüne dair
yeterli derecede ikna olmuş olmalıyım ki, doğaya inat duruşumu da sonuna kadar
belli etmek istercesine karşıma çıkan ilk fırsatı değerlendirmiştim. Filiz
güzelliğiyle her şeyin dozunu daha da arttırıyor, kasığındaki yılan dövmesi ile
de seksi olmanın sınırlarını zorluyordu…
Birkaç
dakikadan ibaret muhteşem anların sonunda, kondüktöre yakalanmamak için
alelacele kompartımanı terk ettik. Beraber uyuyamamamız haricinde her şey
mükemmeldi. Kompartımanıma döndüğümde bana kalan küçücük alana rağmen
yorgunluktan bebekler gibi uykuya daldım.
***
Sidikliye
geldiği söylenen sabah güneşinin gözümün içine girmesine pek aldırış etmeden
ısrarla uyuyabilmeme rağmen, kondüktörün “ son durak! son durak! ” ikazlarını
kulak arkası edemedim. Zaten ‘zat-ı muhterem’in yastığımı almasıyla da uyku
faslı kendiliğinden sona erdi...
Bütün
gece boyunca sadece kendi gürültüsünü dinlediğimiz trenin içinde şimdi tam bir
‘curcuna’ kopuyordu. Yolculuk boyunca eşyalarını dağıtanlar toparlanma
telaşındaydı… Kimi terliğinin kaybolan ‘tek ’ini arıyor, kimi ise bir şeylerini
trende unutmama telaşında... Filizle geçirdiğimiz sıcak dakikalar esnasında
bizim pek de hissetmediğimiz ‘ayaz’ dediğimiz soğuk, diğer yolculara eşofman
üstlerini giydirmeyi başarmış. Sabah olduğunda ise, güneşin etkisiyle ortaya
çıkan hatırı sayılır sıcağı hesaba katmayanlar kısa kollu giysilerini
bavullarından çıkartmaya çalışıyordu.
Nafiye
teyze hepimizden önce uyanmış, daha önce kim bilir kaç kez seyrettiği manzaraya
dalan gözlerle bakıyordu… Belki kaybettiklerini, belki de sıranın ona ne zaman
geleceğini düşünüyordu, kim bilir?
Kondüktörün
bu defa hakkını vererek kullandığı “son durak!” nidaları eşliğinde tren
istasyonda durdu. Ben de Nafiye teyzeye yardımcı olmak için koluna girdim
kompartımandan çıkarken. Vagonun yüksek rıhtlı merdivenlerine geldiğimizde,
kendisini karşılamaya gelen gelinine teslim ederek, Nafiye teyzenin ellerinden
öpüp vedalaştım.
Trenden
inmeden Filizlerin kompartımanına doğru yöneldim. Yükleri çoktur, yardım ederek
belki ailesinin sempatisini kazanırım diye düşündüm. Üstelik biran evvel onu
görmek istiyordum. Kompartımanın kapısına geldiğimde tam da tahmin ettiğim gibi
hala valizlerini bir araya getirmeye çalışıyorlardı. Kapının hemen önündeki Filiz’e,
“Günaydın”,dedim.
“Günaydın.”
O
sırada ablası ve eniştesiyle tanışmak için kompartımanın kapısından içeriye
doğru baktığımı görünce,
“Tanıştırayım
sizi.”, dedi. “ Ablam Aysun… Eniştem Hüseyin…”
Ablası
Aysun o esnada üst yüklüklerdeki valizlerini almak için kollarını yukarıya
doğru uzatmıştı. Üzerindeki kısa bluz biran için yukarı doğru çıkınca,
kasığındaki yılan dövmesinin bir kısmı göründü…
Üstelik
Aysun, Filiz’in birebir aynısıydı… Sadece aralarındaki ayna görünmüyordu…
Donakalmama
biraz şaşıran ve ağzımdan belli belirsiz kaçan,
“Aman
Allahım !” tepkisine pek anlam veremeyen Filiz hafifçe kızarak,
“Allah
Allah! Hiç mi duymadın tek yumurta ikizi diye bir şey? ”,dedi ve devam
etti,
“Ablam
dediysem altı üstü beş dakika büyük benden. Benden daha hızlı davranmış, hepsi bu!
Karıştırılmayalım diye dövme yaptırdı kendisine… Herkesin göremeyeceği bir
yerde ama olsun, en azından eniştem tereddüt yaşamıyor.”
Bütün
bunları gülerek anlatırken o çok eğleniyordu belki ama ben kendi adıma aynı
şeyi söyleyemeyeceğim. Aysun ise oldukça rahattı bütün bu konuşmalar esnasında.
Sırrımızı açık edemeyeceğimi düşünüyordu herhalde. Sanki bu oyunu daha önce
başkalarına da oynamış gibiydi.
Hem
ne diyebilirdim ki? Kocası karşımda, ikizi yanımda… Her şeyi berbat edip
ortalığı karıştırmak istemeyeceğimi doğru tahmin etmişti.
Kompartımanın
o dar koridorundan elimde Filizin valiziyle geçerek trenden indim ve peronda
onları beklemeye koyuldum…