Bayram Bölüm 3


Ertesi sabah yataktan depremle uyandık. Öyle çok önemli bir sarsıntı değildi belki ama Gölcük depremini yeni atlattığımız, hatta tam olarak atlatamadığımız için olsa gerek her türlü sallanmalar sinir bozuyordu. Hâlbuki Denizli için bu tip sarsıntılar çok olağan şeylerdir. Misal, ne zaman akrabalarımı ziyarete gitsem muhakkak bir tanesine denk gelirim. Hatta bir defasında öğle yemeğinde yakalanmıştık da, bizimkiler hiç istiflerini bozmadan ‘tuzu uzatır mısın ?’ gibi söylemlerle sarsıntıyı geçiştirmişlerdi. Yıkıcı olmadığı sürece sorun yok orada yaşayanlar için. Alışmışlar bir kere…

Kötüye de iyiye de alışıyor insan zamanla. Gel gör ki uykudan uyanma şeklinin gürültü, sarsıntı, telefon sesi gibi ani olaylarla gerçekleşmesi, insanın bütün günü keyifsiz bir şekilde gezinmesine neden olabiliyor. Nitekim bir gece önce akşam yemeğinde yaşadığımız ‘depremi’ bile bastırmıştı bu sallantı…

Gölcük depremi sırasında İstanbul’daydım. Sonrasında, o zamanlar oturduğum evden apar topar taşındım. Sanırım o geceyi benim gibi yüksek katlı binalarda yaşamış olanların büyük bir kısmı, benim yaptığımı yapmak istemiş ve hatta yapmıştı. Yirmi birinci katta ikamet eden beyefendinin don gömlek sokağa çıkması olayın vahametini net bir biçimde gözler önüne seriyordu. Ama benim asıl ilgimi çeken, insanların panik sonrasında yanlarına aldıkları eşyalarıydı. Çantalarından evlerinin anahtarı yerine daha önce hiç takmamış oldukları küpeleri ya da para, altın gibi ‘değerlileri’ yerine, çocuklarının oyuncakları çıkanlar vardı. Bu kadar ölümle burun buruna geldikten sonra insanların panikle yanlarına aldıkları eşyalarının önem sırasına göre olmasını bekliyor insan ister istemez. Sanırım ya yaşarken değer yargılarımızı unutuyoruz, ya da sadece felaket anında gerçek değerlilerimizi buluyoruz.

Sarsıntı sonrası şokunu atlatır atlatmaz ilk aklıma gelen Filizi aramak oldu. Saat erken olsa da deprem sayesinde uyandırma riski taşımayan bir görüşme olacaktı. Filizle konuşmak için her türlü bahaneyi değerlendiren biri olarak hemen telefona sarıldım. Diğer ucunda tahmin ettiğim üzere, çamaşır makinesinden az önce çıkmış bir gömlek gibi, buruş buruş bir sesle karşılaştım. Korkuyla karışan şaşkınlığından henüz kurtulamamış olan Filiz uyku sersemi gibi geveleyerek konuştu. Ben günün programını yapmak arzusundayken, o Aysunlarla henüz konuşmamış olduğundan bahsetti. Telefon görüşmemizi, onun Aysun’la konuşmasından sonra yinelemek üzere sonlandırdık.

Filizin aramasını beklerken bende kendime çeki düzen verdim. Aklımızı rutin işlerle uğraşırken daha yaratıcı kullandığımızı düşünüyorum. Nitekim tıraş olurken, Filiz’in ‘bizim keyfimiz yok, bugün pinekleyeceğiz’ ine karşılık, ‘B planı’ olarak lunaparka gitme fikrini ortaya atabileceğime karar verdim.

Oldum olası severim lunaparkları. Çocuk eğlencesi gibi görünür çoğu zaman ama aslında büyüklere eğlencedir. Korkuları zamanla geliştiği için olsa gerek, büyükler çocuklara göre daha fazla adrenalin salgılayarak aldıkları keyfi iki katına çıkartırlar.
Eskiden ‘dönme dolap’ a binerken tam tepedeyken arızalanma ihtimali aklıma bile gelmezdi mesela, ya da hayatının iyi sıkılmamış bir vidaya bağlı olduğu. Risklerin neler olduğunu anlamaya başlayınca lunaparklardan daha çok keyif alır hale geldim sanırım.

Filizden beklenen cevap gelmişti. Otelden çıkmayı istemiyorlardı. Ben ise Aysun’la dün geceden yarım kalan sohbetimiz sebebiyle görüşme arzusundaydım. Filizi lunapark fikrimle ikna edebileceğimi düşünüyordum. Bugünün ‘zayıf halka’sı Filiz gibi duruyordu. Onun eğlenmeye yatkın olan renkli kişiliği işime yaradı. Aysunları ikna edeceğini ve yaklaşık bir saat içerinde lunaparkın kapısında buluşabileceğimizi söyledi.

Bir saat değil belki ama yaklaşık bir buçuk saat sonra üçü birden lunaparkın kapısında belirdi. Bugünün ‘kim kimdir belirleyicisi’ saçları olmuştu. Filiz saçlarını atkuyruğu yapmış, Aysun ise serbest bırakmıştı. Aslında aralarında küçük farklılıklar olduğunu yavaş yavaş öğrenmeye bile başlamıştım. Artık her ikisinin de gözlerinin içine daha çok hâkimdim.

Denizli’nin lunaparkı biraz eski moda idi maalesef. Şehirlerin endamına göre lunaparkları da değişiyordu anlaşılan. İstanbul’daki lunaparklarda kamikaze, balerin, uçak, gondol olmazsa olmazlardanken burada iki dönme dolap, çarpışan arabalar ve ancak ‘kayık’ diyebileceğimiz bir adet gondol vardı. Tabii haksızlık etmek istemem. Daha çok çocuklara yönelik olduğu için küçük ebatlı tren, kamyon, atlıkarınca gibi geleneksel eğlenceler de eksik değildi.

Aslında lunaparklar geceleri eğlenceli olur. Işıkları ve kalabalığı, karın yağdığı zaman şehirlerin kusurlarını örtmesi gibi lunaparkın kötü görüntüsünü yok eder. Hele bir de bizim gittiğimiz gün ve saatin sıcaklığını düşünecek olursak, çıplak haliyle karşımızda duran lunapark tam bir felaketti. Öte yandan genelde bu tip şehirlerde yaz gecelerinin en büyük eğlenceleri, belediye gazinosunda gazoz içip dondurma yemek ve o dondurmaları yollara döke saça çocukları lunaparka götürmektir. Yani havanın serinlemesi ve ışıklarının yanması, lunaparkın olduğundan daha çekici hale gelmesine sebep olabiliyor. Netice de ‘itiş-kakış’ yerine sıcağı tercih ettim, ya da ettik diyebiliriz belki...

Keyifsiz başlayan günün renklenmesi için bütün sorumluluğu üstüme almıştım resmen. Bu sıcak havada lunaparkı, sanki sahibiymişim gibi güzel ve sevimli göstermeye çalışırken kendimi kötü hissettim. Bütün olan biten, boşa harcanan zamanlar gibi geldi birden. Gruba bakar mısınız?

Benden faydalanmaya çalışan bir kadın, hiçbir şeyden haberi olmayan kocası ve tanışalı henüz dört gün bile olmamış ikizi... Değil Filiz, sanırım hiç kimse yaptığım ‘maymunluklara!’ değmezdi. Neyse ki en kötü koşullarda bile sırf kendimi eğlendirmek için ortamı idare etmesini iyi bilirim. Nitekim çabalarım meyvelerini vermiş, birkaç çarpışan araba ve dönme dolap seansından sonra kafalardaki efkâr geçici olarak dağılmış, yüzlere tebessüm gelmişti. Bilinçli bilinçsiz eğlenirken, diğer taraftan da Aysun’la yarım kalan sohbetimizi devam ettirmek için fırsat kolluyordum.

Hüseyin’in sıcaktan yorgun düşmesi, Filiz’in ihtiyaç molası ile birleşince, Aysun’la benim için baş başa bir dönme dolap seyahati fırsatı doğdu. Cevapsız kalan sorular normal koşullarda yalnız kalmak istemeyeceğim biriyle belli bir süre geçirmemi gerekli kılmıştı. Kısıtlı süremizin olması bir bakıma iyi, bir bakıma kötüydü. Bu fırsatı iyi değerlendirmeli, öğrenmek istediklerimi iki dakika içinde elde etmeli ve Aysun’dan uzaklaşmalıydım.

Nafiye teyzeden öğrendiklerimi uygulamanın zamanı gelmişti. ‘Vakit kaybedecek durumda değilsen hemen konuya girmelisin’, der gibiydi kafamın içinde. Ben de öyle yaptım;

“ Bu kadar adam dururken neden ben ?”, diye sordum.
“ Bu kadar önemseme kendini. Seninle bir ilgisi yok.”
“ Kiminle ilgisi var peki? Filizle mi?”
“ Denk geldi diyelim. Anlattım ya dün. Seni bir daha göreceğimi düşünmemiştim.”
“ Bir daha görmeyeceğin garanti olan bir sürü insan var ortalıkta... Başka bir sebebi olmalı... Sen Filizin canını acıtmak istiyorsun bence.”
“ Ne alakası var? Filizin seninle görüşmeye devam edeceğini nereden bilebilirdim?”, derken Aysun’un yalan söylediğini ya da en azından köşeye sıkıştığını hissedebiliyordum.
“ Beni kandıramazsın... Bütün bu olanların başka bir sebebi olmalı.”
“ Bu konu seni aşar çok bilen adam!”, diyerek benimle alay etmeye yeltendi.

Tıpkı kendisinden büyük bir köpek tarafından köşeye sıkıştırılan bir kedinin ‘peh!’lemesi gibi... ‘Peh’lediği zaman tüylerini kabartması kendisini olduğundan büyük göstermeye çalışmasından kaynaklanırmış. Aslında insanlar da kendilerini köşeye sıkışmış hissettiklerinde ya yalan söylüyorlar, ya da bağırarak olanları ört bas etmeye çalışıyorlar. Aysun ses tonunu yükseltmiyordu belki ama Filizden bahsederken hiç samimi değildi. Üstüne gitmem gerektiğini düşündüm. Her ne kadar herhangi bir şey öğrenemeyeceğimi hissetsem de, bir daha böyle bir fırsat elime geçmeyebilirdi.

“ İstediğin kadar saklamaya çalış. Anlaşılıyor aranızda bir sorun olduğu. Belki onun bile haberi yok bu durumdan ama tek taraflı bile olsa husumet husumettir.”

“ Mehmet sen akıllı birisin. Neden sorularının yanıtını Filizde aramıyorsun?”,dedi net bir biçimde.

Aysun son söyledikleri ile yaptıklarının bir sebebi olduğunu onaylamış, ama bana söylemeyeceğini de belli etmişti. Sanki benim aracılığımla Filizle yüzleşmek ister gibi bir hali vardı.

“Ortada bir sorun olduğunu ve beni de buna alet ettiğini kabul ediyorsun yani”, dedim şüphelerimde haklı olduğumdan emin bir tavırla.

“Oyun mu oynamak istiyorsun? Peki, o zaman. Filize Murat’ın kaza geçirdiği geceyi sorarak başlayabilirsin mesela.”

Açıkçası bu kadarını ben bile beklemiyordum. İnsanlara bazen taşıdığı sırlar o kadar ağır geliyor ki, sonuçlarına katlanma pahasına onlardan kurtulmayı isteyebiliyorlar. Bana göre Aysun’un böyle bir oyunu başlatması Japonların kamikaze uçuşlarını andırıyordu. Bütün bu olayların sonunun iyiye gitmediğinin farkındaydım.

İki dakikamızdan arda kalan son otuz saniyeyi susarak geçirdik. Tahmin ettiğimden daha çok şey öğrenmiştim. Henüz söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmiyordum ama hissedebiliyordum. Şimdi sıra Filizden o geceye ait gerçekleri öğrenmeye gelmişti. Ne var ki, öyle bodoslama da sorulmazdı merhum kocası ile son gecelerinde neler yaşadıkları.

Başımıza güneş geçmediğini ümit ederek lunaparkı terk ettik. Sıcak hepimizi çarpmış olmalı ki, herkes istirahat etmek istiyordu. Ben ise bir formülünü bulup Filizle ‘o gece’yi biran evvel konuşma telaşındaydım. Gerçi konuyu nasıl oraya getireceğimi hiç bilmiyordum ama Aysun’ la Hüseyin’in otele dönme arzusu,  Filizi benimle kalmaya ikna edebilirsem şayet, istediğim konuşma fırsatını yakalamam manasına geliyordu. Nitekim Filiz yemek yemek için benimle kaldı, Aysunlar ise otele geri döndüler.

Nasıl becerdiğimi tam olarak hatırlayamıyorum ama bir şekilde Filizi Murat’ın kaza yaptığı geceye geri döndürmeyi başarmıştım. Elbette konunun iç açıcı olmaması kelimeleri seçerken daha bir özenli davranmamı gerektiriyordu. Kaldı ki, Aysun’un laflarıyla bir işe kalkışmak zaten beni oldukça tedirgin ediyordu. Onun sözüyle Filizi kırmayı hiç istemiyordum.

“Özel değilse şayet Murat'la o gece neden kavga ettiğinizi sorabilir miyim?”, diye sordum utana sıkıla.

“Aslında bir hayli özel bir konu ama üzerinden yeterince zaman geçmiş olmalı ki artık yüzleşebiliyorum… Murat artık yaşamadığına göre bir önemi de kalmadı o tartışmanın zaten… Hâlbuki onunla bağrışırken ne kadar da önemliydi her şey…”,derken gözleri dolmaya başladı. Ancak zorlansa da konuşmasına boğuk bir ses tonuyla devam etti.
“Onu kaybetmeden birkaç hafta önce başka biriyle ilişkisi olduğundan şüphelenmeye başlamıştım. O gece de yemek sonrası mutfakta ortalığı toplarken onun telefonuna gelen mesajın sesini duydum. Hiç sesimi çıkartmadım. Benim ona mesaj geldiğini anladığımı fark etmemiş olacak ki, abuk sabuk bahaneler uydurarak dışarı çıkacağını söyledi. Ben de yağmuru sebep göstererek onu evde kalmaya ikna etmeye çalıştım. Fakat bahanelerinin yetersiz kaldığını anlayınca tartışma çıkarıp evden kaçmaya kalkıştı. Nitekim başarılı da oldu. Atladı motosiklete, bastı gitti…”

“Öğrenebildin mi peki kiminle ilişkisi olduğunu? Ya da bir ilişkisi olup olmadığını?”

“Hayır öğrenemedim. Bir iki saat sonra polisler eve geldiler haber vermek için. Kaza sırasında cep telefonu da parçalandığı için telefonla bildirememişler.”

“Cep telefonuyla birlikte mesajda gitti tabii.”
“Evet. Bir daha çalıştıramadılar telefonu”,deyip suyundan bir yudum aldı. “Hala vicdan azabı çekiyorum onu suçladığım için. Belki de masumdu… Belki sadece bunalmıştı biraz, hava almak istiyordu. Kim bilir?”

“Kendini suçlamaktan vazgeç artık bence. Nasıl olsa gerçekleri öğrenemeyeceksin. Hem artık bir önemi de yok… Kaza yağış yüzünden mi olmuş peki?”

“Evet. Polis raporlarına göre ıslak zeminde kaymaya başlayınca kontrolü kaybetmiş. Aslında iyi bir sürücüydü. Yağışta motosikletle hız yapmaması gerektiğini bilecek kadar iyiydi… Nasıl olduğunu anlayamıyorum”, derken kendisini kontrol altında tutmaktan vazgeçti.

Bana güvenmeye başladığını ilk kez o an hissettim. Benim yanımda böylesine özel bir konuyu konuşabiliyor ve kendisini serbest bırakabilecek kadar bana yakın hissediyordu belli ki. Sevgilisi olmak isterken düpedüz psikologu olmaya aday olmuştum. Şefkat ikili ilişkilerde çok tehlikeli bir kavramdır. Dozajı veya şiddeti iyi ayarlanamazsa ilişkilerin boyut değiştirmesine sebep olabilir. Bir bakmışsınız birdenbire sevdiğinizin babası, ağbisi, psikologu oluvermişsiniz, ya da en yakın arkadaşı... Onun benim için hissettiği güven duygusu beni bir hayli ürkütmüştü.

İlk kez o gün Filizle aramızda gerçek bir ilişki yaşayamayacağımıza dair düşünceler tohumlandı beynimde. Sorunları olduğunu görmeye başlamıştım. Belki de problem tamamen bendeydi bilemiyorum. Sorunsuz insan yoktur herhalde ama benim gibi bunlarla baş edemeyecek adamlarla yan yana duramıyorlardı işte. İki hasarlı bir hasarsız etmiyor maalesef.

Tohumların beynimde filizlenmesi fazla uzun sürmedi. Zaten bayram tatilinin sonuna gelmiştik. Son gecemizi de beraber eğlenerek geçirdik. İstanbul’a döndüğümüzde ondan uzaklaşacağımı bildiğim için o gece de Filize gayet mesafeli davrandım.

İnsan İstanbul’da yaşıyorsa zaten birisinden uzaklaşmak için pek bir bahaneye ihtiyaç duymuyor. Ben de yaşadığım metropolün avantajını iyi kullanarak, işlerin yoğunluğunu, zamansızlığı bahane ederek ondan uzak durdum. Bir iki kez görüşüp çay, kahve içmişliğimiz oldu tabii ama onun da özverili bir ilişki yaşamak konusundaki hevesini kırmayı başardım. 

                                    
                ***

Aradan yaklaşık üç ay kadar bir zaman geçmişti.

Her şeyin kendisine özgü bir meydana gelme süresi var. Nasıl her canlının hamilelik süresi birbirinden farklıysa ve gelişimini tamamlamak için bu sürece ihtiyaç duyuyorsa, olayların da kendilerine göre olgunlaşma ya da gerçekleşme süreleri var. Bu süreyi tamamlamazsa ne yapsak ne etsek boş, kozalarından çıkmıyorlar maalesef.

İkizlerin, onca uğraşıma rağmen öğrenemediğim sırlarını gazetenin üçüncü sayfa haberlerinden biriyle öğrenmiş olmak tuhaf hissettirmişti. İronik dünya yapmıştı yine yapacağını. Kendilerinden bile sakladıklarını şimdi ana haber bültenini seyreden, gazetenin üçüncü sayfasını okuyan herkes öğrenecekti.

‘Katili ikizi çıktı!’, diyordu haberin başlığında. Yanında da Aysun’un eski bir fotoğrafı. İlk bakışta yanılmış olduğumu düşündüm. Orada görebileceğimi düşündüğüm resim Filiz’e ait olabilirdi ancak. Fakat yanılmıyordum. İlk tanıştığımda ikizleri birbirlerinden ayırt edememiş olsam da, zaman içerisinde küçük bir vesikalık fotoğraftan bile anlayacak duruma gelmiştim. Aysun’un resmiydi gazetedeki... Katili ise benim eski ‘arkadaşım’ Filiz’di...
Şöyle devam ediyordu haber;

‘Geçtiğimiz günlerde Yalova’da konakladığı termal oteldeki odasında ölü bulunan Aysun Ö. ‘nün katilinin tek yumurta ikizi olan kardeşi F.D. olduğundan şüpheleniliyor.
Otelin güvenlik kamerası kayıtlarını inceleyen polisler ancak adli tıp raporunun sonucundan sonra katilinin ikizi olabileceğini fark ettiler.
Rapordaki ölüm saatinden yaklaşık yarım saat sonra odasından çıkarken görülen şahsın maktul Aysun Ö. yerine ikizi F.D. olduğunun tespit edilmesiyle cinayet aydınlandı.
Maktulun odasından çıkarken görülen en son kişinin, görüntülerde oldukça soğukkanlı davranması ve Aysun Ö. ye benzerliği sebebiyle, ikizi F.D. olduğu ancak ölüm saatinin belirlenmesi üzerine anlaşılabildi.
Aysun Ö.’nün cesedini bulan eşi Hüseyin Ö. de verdiği ifadede eşinin, olay gecesi kardeşiyle yemekte bir konu üzerine tartıştıklarını belirtti. İstanbul’daki evinde yakalanan F.D. nöbetçi mahkeme tarafından tutuklu olarak yargılanmak üzere cezaevine sevk edildi. Cinayetin sebebinin tam olarak ne olduğunun henüz suskunluğunu bozmamış olan F.D.’nin ilk duruşmada vereceği ifade ile ortaya çıkması bekleniyor.’

Haberi okudum. Görüntüler haricinde yazılan hiçbir satıra inanamadım.
Filiz’in ‘Evet, ben öldürdüm Aysun’u.’, dediğini duyana kadar da onun kardeşinin katili olduğuna beni kimse ikna edemezdi.

Ya bayram tatili boyunca bana bedava ‘kabare’ oynamışlardı ya da bu cinayet gazetede anlatılanlar gibi gerçekleşmemişti.

Filizin yargılanmak üzere bekletildiği cezaevine vardığımda hala, onunla görüşebileceğim, hatta görüşsek bile benimle konuşup konuşmayacağı konusunda bazı şüphelerim vardı. Neyse ki görüşme talebi konusunda zorluk çıkmamıştı. Şimdi her şey Filize bağlıydı. Benim olan biteni öğrenmem onun iki dudağının arasında ve tabii ki beyninin içindeydi. Ne kadar dürüst davranacağı ise tamamen ruhuyla alakalıydı.

Bekletildiğim salona getirilirken uzaktan gördüğüm kişinin Filize benzer hiçbir tarafı kalmamıştı. Yürürken bile yarısı olmayan biri gibi görünüyordu. Yemekli vagonda, ilk karşılaştığımız an aklıma geldi. O gün gözünün içi pırıl pırıl parlayan güzel kızın artık ölü balık gibi bakması içimi parçaladı. Daha konuşmaya başlamadan, Filiz'in, Aysun’un katili olamayacağı fikrim değişmeye başlamıştı bile.

“Hoş geldin”,dedi her şeye rağmen.
“Keşke”,dedim. “Keşke hoş gelebilmiş olsaydım. İyi misin?”,diye sordum ne dediğimi bilmez bir biçimde.
“Bildiğin gibi işte”,dedi olanca nezaketiyle.
“Ben gazetede yazanlara inanmadım Filiz... İnanamadım... Doğru değil, değil mi yazılanlar?”
“Maalesef doğru.”,dedi. “Gerçi onun öldüğünü ben de olayın sabahında öğrendim ama ne fark eder ki. Onu itip düşmesine sebep olan benim. Sonuçta katili de ben sayılırım.”

“İyi ama neden?”
“Kazaydı aslında. Tartışmamız kavgaya dönüştü. Birbirimizi iter kakar olduk birdenbire. Biranda dengesini kaybetti. Kafasını komodinin köşesine vurdu.”

“Sen de onu öylece bırakıp hiçbir şey olmamış gibi odadan çıktın mı yani?”,diye sordum büyük bir şaşkınlıkla.
“Kocamın sevgilisi oymuş Mehmet... Affedemedim. Anlıyor musun?... Affedemedim...” ,dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı.

Kalakaldım.
O devam etmeseydi öylece dururdum herhalde.
Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan konuşmaya devam ediyordu. Belli ki ilk kez birine anlatabiliyordu yaşadıklarını.

“İlk anladığımda ne düşünmem gerektiğini bilemedim. İnanmak istemedim. Hep ona sorduğum zaman yanıldığıma dair beni ikna edebileceğini düşündüm… Ama öyle olmadı… İkiletmedi sözlerimi. Kabul etti hemen. ‘Âşıktım ben Murat’a’,dedi bana. Sanki aralarındaki fazlalık benmişim gibi. İnanabiliyor musun?”

Dökülen gözyaşlarını silerek devam etti sözlerine,
“Bunlar termal otele gittiler ya üç günlüğüne… ‘‘Mahpus’ yalnız kalmasın evde, hem çiçeklere de bakarsın biz geri gelene kadar’, dediler bana.”

Tam ‘Mahpus da kim?’, diye soracaktım ki hatırladım birden Aysun’un kedisi olduğunu. Bahsetmişlerdi tatildeyken.

“Kabul etmez olsaydım keşke”,dedi sinirle. “Belki hiçbir zaman öğrenmezdim gerçekleri.”

“Eee?... Nasıl anladın peki?”,dedim bir gözüm bizi izleyen görevlide…

“Murat öldüğünde bana eşyalarını teslim ettiklerinde çok sevdiği siyah gri kareli atkısını göremeyince çok şaşırmıştım. Hatta kaza gecesi de yanına aldığına emin olduğum için aklıma geldikçe evin içinde aranıp durmuştum. Bir zaman sonra o hengâmede bir yerlere fırlamış olabileceğini düşünüp aramaktan vazgeçtim… Mahpus, Aysunların yatağının altından çıkmamakta direnince eğilip baktığımda atkıyla burun buruna geldim. Hurçtan çekip alırken aynısı olmaması için çok dua ettim ama nafile… Meğer o gece Aysun’la buluşmuşlar… Üşüyünce de atkısını ona vermiş… Hiçbir şeyi inkâr etmedi… Oysa ne kadar da hazırdım onun yalanlarına inanmaya…”, dedi çaresizce.

Benim devam edebilecek gücüm olmadığını anlamış olacak ki, aynı filmlerdeki gibi bağırdı gardiyan:
“Görüş bitmiştir!”   

       

       

2 yorum: