Ertesi
sabah yataktan depremle uyandık. Öyle çok önemli bir sarsıntı değildi belki ama
Gölcük depremini yeni atlattığımız, hatta tam olarak atlatamadığımız için olsa
gerek her türlü sallanmalar sinir bozuyordu. Hâlbuki Denizli için bu tip
sarsıntılar çok olağan şeylerdir. Misal, ne zaman akrabalarımı ziyarete gitsem
muhakkak bir tanesine denk gelirim. Hatta bir defasında öğle yemeğinde
yakalanmıştık da, bizimkiler hiç istiflerini bozmadan ‘tuzu uzatır mısın ?’
gibi söylemlerle sarsıntıyı geçiştirmişlerdi. Yıkıcı olmadığı sürece sorun yok
orada yaşayanlar için. Alışmışlar bir kere…
Kötüye
de iyiye de alışıyor insan zamanla. Gel gör ki uykudan uyanma şeklinin gürültü,
sarsıntı, telefon sesi gibi ani olaylarla gerçekleşmesi, insanın bütün günü
keyifsiz bir şekilde gezinmesine neden olabiliyor. Nitekim bir gece önce akşam
yemeğinde yaşadığımız ‘depremi’ bile bastırmıştı bu sallantı…
Gölcük
depremi sırasında İstanbul’daydım. Sonrasında, o zamanlar oturduğum evden apar
topar taşındım. Sanırım o geceyi benim gibi yüksek katlı binalarda yaşamış
olanların büyük bir kısmı, benim yaptığımı yapmak istemiş ve hatta yapmıştı.
Yirmi birinci katta ikamet eden beyefendinin don gömlek sokağa çıkması olayın
vahametini net bir biçimde gözler önüne seriyordu. Ama benim asıl ilgimi çeken,
insanların panik sonrasında yanlarına aldıkları eşyalarıydı. Çantalarından
evlerinin anahtarı yerine daha önce hiç takmamış oldukları küpeleri ya da para,
altın gibi ‘değerlileri’ yerine, çocuklarının oyuncakları çıkanlar vardı. Bu
kadar ölümle burun buruna geldikten sonra insanların panikle yanlarına
aldıkları eşyalarının önem sırasına göre olmasını bekliyor insan ister istemez.
Sanırım ya yaşarken değer yargılarımızı unutuyoruz, ya da sadece felaket anında
gerçek değerlilerimizi buluyoruz.
Sarsıntı
sonrası şokunu atlatır atlatmaz ilk aklıma gelen Filizi aramak oldu. Saat erken
olsa da deprem sayesinde uyandırma riski taşımayan bir görüşme olacaktı.
Filizle konuşmak için her türlü bahaneyi değerlendiren biri olarak hemen
telefona sarıldım. Diğer ucunda tahmin ettiğim üzere, çamaşır makinesinden az
önce çıkmış bir gömlek gibi, buruş buruş bir sesle karşılaştım. Korkuyla
karışan şaşkınlığından henüz kurtulamamış olan Filiz uyku sersemi gibi
geveleyerek konuştu. Ben günün programını yapmak arzusundayken, o Aysunlarla
henüz konuşmamış olduğundan bahsetti. Telefon görüşmemizi, onun Aysun’la
konuşmasından sonra yinelemek üzere sonlandırdık.
Filizin
aramasını beklerken bende kendime çeki düzen verdim. Aklımızı rutin işlerle
uğraşırken daha yaratıcı kullandığımızı düşünüyorum. Nitekim tıraş olurken,
Filiz’in ‘bizim keyfimiz yok, bugün pinekleyeceğiz’ ine karşılık, ‘B planı’
olarak lunaparka gitme fikrini ortaya atabileceğime karar verdim.
Oldum
olası severim lunaparkları. Çocuk eğlencesi gibi görünür çoğu zaman ama aslında
büyüklere eğlencedir. Korkuları zamanla geliştiği için olsa gerek, büyükler
çocuklara göre daha fazla adrenalin salgılayarak aldıkları keyfi iki katına
çıkartırlar.
Eskiden
‘dönme dolap’ a binerken tam tepedeyken arızalanma ihtimali aklıma bile
gelmezdi mesela, ya da hayatının iyi sıkılmamış bir vidaya bağlı olduğu.
Risklerin neler olduğunu anlamaya başlayınca lunaparklardan daha çok keyif alır
hale geldim sanırım.
Filizden
beklenen cevap gelmişti. Otelden çıkmayı istemiyorlardı. Ben ise Aysun’la dün
geceden yarım kalan sohbetimiz sebebiyle görüşme arzusundaydım. Filizi lunapark
fikrimle ikna edebileceğimi düşünüyordum. Bugünün ‘zayıf halka’sı Filiz gibi
duruyordu. Onun eğlenmeye yatkın olan renkli kişiliği işime yaradı. Aysunları
ikna edeceğini ve yaklaşık bir saat içerinde lunaparkın kapısında
buluşabileceğimizi söyledi.
Bir
saat değil belki ama yaklaşık bir buçuk saat sonra üçü birden lunaparkın
kapısında belirdi. Bugünün ‘kim kimdir belirleyicisi’ saçları olmuştu. Filiz
saçlarını atkuyruğu yapmış, Aysun ise serbest bırakmıştı. Aslında aralarında
küçük farklılıklar olduğunu yavaş yavaş öğrenmeye bile başlamıştım. Artık her
ikisinin de gözlerinin içine daha çok hâkimdim.
Denizli’nin
lunaparkı biraz eski moda idi maalesef. Şehirlerin endamına göre lunaparkları
da değişiyordu anlaşılan. İstanbul’daki lunaparklarda kamikaze, balerin, uçak,
gondol olmazsa olmazlardanken burada iki dönme dolap, çarpışan arabalar ve
ancak ‘kayık’ diyebileceğimiz bir adet gondol vardı. Tabii haksızlık etmek istemem.
Daha çok çocuklara yönelik olduğu için küçük ebatlı tren, kamyon, atlıkarınca
gibi geleneksel eğlenceler de eksik değildi.
Aslında
lunaparklar geceleri eğlenceli olur. Işıkları ve kalabalığı, karın yağdığı
zaman şehirlerin kusurlarını örtmesi gibi lunaparkın kötü görüntüsünü yok eder.
Hele bir de bizim gittiğimiz gün ve saatin sıcaklığını düşünecek olursak,
çıplak haliyle karşımızda duran lunapark tam bir felaketti. Öte yandan genelde
bu tip şehirlerde yaz gecelerinin en büyük eğlenceleri, belediye gazinosunda
gazoz içip dondurma yemek ve o dondurmaları yollara döke saça çocukları
lunaparka götürmektir. Yani havanın serinlemesi ve ışıklarının yanması,
lunaparkın olduğundan daha çekici hale gelmesine sebep olabiliyor. Netice de
‘itiş-kakış’ yerine sıcağı tercih ettim, ya da ettik diyebiliriz belki...
Keyifsiz
başlayan günün renklenmesi için bütün sorumluluğu üstüme almıştım resmen. Bu
sıcak havada lunaparkı, sanki sahibiymişim gibi güzel ve sevimli göstermeye
çalışırken kendimi kötü hissettim. Bütün olan biten, boşa harcanan zamanlar
gibi geldi birden. Gruba bakar mısınız?
Benden
faydalanmaya çalışan bir kadın, hiçbir şeyden haberi olmayan kocası ve tanışalı
henüz dört gün bile olmamış ikizi... Değil Filiz, sanırım hiç kimse yaptığım
‘maymunluklara!’ değmezdi. Neyse ki en kötü koşullarda bile sırf kendimi
eğlendirmek için ortamı idare etmesini iyi bilirim. Nitekim çabalarım
meyvelerini vermiş, birkaç çarpışan araba ve dönme dolap seansından sonra
kafalardaki efkâr geçici olarak dağılmış, yüzlere tebessüm gelmişti. Bilinçli
bilinçsiz eğlenirken, diğer taraftan da Aysun’la yarım kalan sohbetimizi devam
ettirmek için fırsat kolluyordum.
Hüseyin’in
sıcaktan yorgun düşmesi, Filiz’in ihtiyaç molası ile birleşince, Aysun’la benim
için baş başa bir dönme dolap seyahati fırsatı doğdu. Cevapsız kalan sorular
normal koşullarda yalnız kalmak istemeyeceğim biriyle belli bir süre geçirmemi
gerekli kılmıştı. Kısıtlı süremizin olması bir bakıma iyi, bir bakıma kötüydü.
Bu fırsatı iyi değerlendirmeli, öğrenmek istediklerimi iki dakika içinde elde
etmeli ve Aysun’dan uzaklaşmalıydım.
Nafiye
teyzeden öğrendiklerimi uygulamanın zamanı gelmişti. ‘Vakit kaybedecek durumda
değilsen hemen konuya girmelisin’, der gibiydi kafamın içinde. Ben de öyle
yaptım;
“
Bu kadar adam dururken neden ben ?”, diye sordum.
“
Bu kadar önemseme kendini. Seninle bir ilgisi yok.”
“
Kiminle ilgisi var peki? Filizle mi?”
“
Denk geldi diyelim. Anlattım ya dün. Seni bir daha göreceğimi düşünmemiştim.”
“
Bir daha görmeyeceğin garanti olan bir sürü insan var ortalıkta... Başka bir
sebebi olmalı... Sen Filizin canını acıtmak istiyorsun bence.”
“
Ne alakası var? Filizin seninle görüşmeye devam edeceğini nereden
bilebilirdim?”, derken Aysun’un yalan söylediğini ya da en azından köşeye
sıkıştığını hissedebiliyordum.
“
Beni kandıramazsın... Bütün bu olanların başka bir sebebi olmalı.”
“
Bu konu seni aşar çok bilen adam!”, diyerek benimle alay etmeye yeltendi.
Tıpkı
kendisinden büyük bir köpek tarafından köşeye sıkıştırılan bir kedinin
‘peh!’lemesi gibi... ‘Peh’lediği zaman tüylerini kabartması kendisini
olduğundan büyük göstermeye çalışmasından kaynaklanırmış. Aslında insanlar da
kendilerini köşeye sıkışmış hissettiklerinde ya yalan söylüyorlar, ya da bağırarak olanları
ört bas etmeye çalışıyorlar. Aysun ses tonunu yükseltmiyordu belki ama Filizden
bahsederken hiç samimi değildi. Üstüne gitmem gerektiğini düşündüm. Her ne
kadar herhangi bir şey öğrenemeyeceğimi hissetsem de, bir daha böyle bir fırsat
elime geçmeyebilirdi.
“
İstediğin kadar saklamaya çalış. Anlaşılıyor aranızda bir sorun olduğu. Belki
onun bile haberi yok bu durumdan ama tek taraflı bile olsa husumet husumettir.”
“
Mehmet sen akıllı birisin. Neden sorularının yanıtını Filizde
aramıyorsun?”,dedi net bir biçimde.
Aysun
son söyledikleri ile yaptıklarının bir sebebi olduğunu onaylamış, ama bana
söylemeyeceğini de belli etmişti. Sanki benim aracılığımla Filizle yüzleşmek
ister gibi bir hali vardı.
“Ortada
bir sorun olduğunu ve beni de buna alet ettiğini kabul ediyorsun yani”, dedim
şüphelerimde haklı olduğumdan emin bir tavırla.
“Oyun
mu oynamak istiyorsun? Peki, o zaman. Filize Murat’ın kaza geçirdiği geceyi
sorarak başlayabilirsin mesela.”
Açıkçası
bu kadarını ben bile beklemiyordum. İnsanlara bazen taşıdığı sırlar o kadar
ağır geliyor ki, sonuçlarına katlanma pahasına onlardan kurtulmayı
isteyebiliyorlar. Bana göre Aysun’un böyle bir oyunu başlatması Japonların
kamikaze uçuşlarını andırıyordu. Bütün bu olayların sonunun iyiye gitmediğinin
farkındaydım.
İki
dakikamızdan arda kalan son otuz saniyeyi susarak geçirdik. Tahmin ettiğimden
daha çok şey öğrenmiştim. Henüz söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmiyordum
ama hissedebiliyordum. Şimdi sıra Filizden o geceye ait gerçekleri öğrenmeye
gelmişti. Ne var ki, öyle bodoslama da sorulmazdı merhum kocası ile son
gecelerinde neler yaşadıkları.
Başımıza
güneş geçmediğini ümit ederek lunaparkı terk ettik. Sıcak hepimizi çarpmış
olmalı ki, herkes istirahat etmek istiyordu. Ben ise bir formülünü bulup
Filizle ‘o gece’yi biran evvel konuşma telaşındaydım. Gerçi konuyu nasıl oraya
getireceğimi hiç bilmiyordum ama Aysun’ la Hüseyin’in otele dönme arzusu, Filizi benimle kalmaya ikna edebilirsem
şayet, istediğim konuşma fırsatını yakalamam manasına geliyordu. Nitekim Filiz
yemek yemek için benimle kaldı, Aysunlar ise otele geri döndüler.
Nasıl
becerdiğimi tam olarak hatırlayamıyorum ama bir şekilde Filizi Murat’ın kaza
yaptığı geceye geri döndürmeyi başarmıştım. Elbette konunun iç açıcı olmaması
kelimeleri seçerken daha bir özenli davranmamı gerektiriyordu. Kaldı ki,
Aysun’un laflarıyla bir işe kalkışmak zaten beni oldukça tedirgin ediyordu.
Onun sözüyle Filizi kırmayı hiç istemiyordum.
“Özel
değilse şayet Murat'la o gece neden kavga ettiğinizi sorabilir miyim?”, diye
sordum utana sıkıla.
“Aslında
bir hayli özel bir konu ama üzerinden yeterince zaman geçmiş olmalı ki artık
yüzleşebiliyorum… Murat artık yaşamadığına göre bir önemi de kalmadı o
tartışmanın zaten… Hâlbuki onunla bağrışırken ne kadar da önemliydi her
şey…”,derken gözleri dolmaya başladı. Ancak zorlansa da konuşmasına boğuk bir ses
tonuyla devam etti.
“Onu
kaybetmeden birkaç hafta önce başka biriyle ilişkisi olduğundan şüphelenmeye
başlamıştım. O gece de yemek sonrası mutfakta ortalığı toplarken onun
telefonuna gelen mesajın sesini duydum. Hiç sesimi çıkartmadım. Benim ona mesaj
geldiğini anladığımı fark etmemiş olacak ki, abuk sabuk bahaneler uydurarak
dışarı çıkacağını söyledi. Ben de yağmuru sebep göstererek onu evde kalmaya
ikna etmeye çalıştım. Fakat bahanelerinin yetersiz kaldığını anlayınca tartışma
çıkarıp evden kaçmaya kalkıştı. Nitekim başarılı da oldu. Atladı motosiklete,
bastı gitti…”
“Öğrenebildin
mi peki kiminle ilişkisi olduğunu? Ya da bir ilişkisi olup olmadığını?”
“Hayır
öğrenemedim. Bir iki saat sonra polisler eve geldiler haber vermek için. Kaza
sırasında cep telefonu da parçalandığı için telefonla bildirememişler.”
“Cep
telefonuyla birlikte mesajda gitti tabii.”
“Evet.
Bir daha çalıştıramadılar telefonu”,deyip suyundan bir yudum aldı. “Hala vicdan
azabı çekiyorum onu suçladığım için. Belki de masumdu… Belki sadece bunalmıştı
biraz, hava almak istiyordu. Kim bilir?”
“Kendini
suçlamaktan vazgeç artık bence. Nasıl olsa gerçekleri öğrenemeyeceksin. Hem
artık bir önemi de yok… Kaza yağış yüzünden mi olmuş peki?”
“Evet.
Polis raporlarına göre ıslak zeminde kaymaya başlayınca kontrolü kaybetmiş.
Aslında iyi bir sürücüydü. Yağışta motosikletle hız yapmaması gerektiğini
bilecek kadar iyiydi… Nasıl olduğunu anlayamıyorum”, derken kendisini kontrol
altında tutmaktan vazgeçti.
Bana
güvenmeye başladığını ilk kez o an hissettim. Benim yanımda böylesine özel bir
konuyu konuşabiliyor ve kendisini serbest bırakabilecek kadar bana yakın
hissediyordu belli ki. Sevgilisi olmak isterken düpedüz psikologu olmaya aday
olmuştum. Şefkat ikili ilişkilerde çok tehlikeli bir kavramdır. Dozajı veya
şiddeti iyi ayarlanamazsa ilişkilerin boyut değiştirmesine sebep olabilir. Bir
bakmışsınız birdenbire sevdiğinizin babası, ağbisi, psikologu oluvermişsiniz,
ya da en yakın arkadaşı... Onun benim için hissettiği güven duygusu beni bir
hayli ürkütmüştü.
İlk
kez o gün Filizle aramızda gerçek bir ilişki yaşayamayacağımıza dair düşünceler
tohumlandı beynimde. Sorunları olduğunu görmeye başlamıştım. Belki de problem
tamamen bendeydi bilemiyorum. Sorunsuz insan yoktur herhalde ama benim gibi
bunlarla baş edemeyecek adamlarla yan yana duramıyorlardı işte. İki hasarlı bir
hasarsız etmiyor maalesef.
Tohumların
beynimde filizlenmesi fazla uzun sürmedi. Zaten bayram tatilinin sonuna
gelmiştik. Son gecemizi de beraber eğlenerek geçirdik. İstanbul’a döndüğümüzde
ondan uzaklaşacağımı bildiğim için o gece de Filize gayet mesafeli davrandım.
İnsan
İstanbul’da yaşıyorsa zaten birisinden uzaklaşmak için pek bir bahaneye ihtiyaç
duymuyor. Ben de yaşadığım metropolün avantajını iyi kullanarak, işlerin
yoğunluğunu, zamansızlığı bahane ederek ondan uzak durdum. Bir iki kez görüşüp
çay, kahve içmişliğimiz oldu tabii ama onun da özverili bir ilişki yaşamak
konusundaki hevesini kırmayı başardım.
***
Aradan
yaklaşık üç ay kadar bir zaman geçmişti.
Her
şeyin kendisine özgü bir meydana gelme süresi var. Nasıl her canlının hamilelik
süresi birbirinden farklıysa ve gelişimini tamamlamak için bu sürece ihtiyaç
duyuyorsa, olayların da kendilerine göre olgunlaşma ya da gerçekleşme süreleri
var. Bu süreyi tamamlamazsa ne yapsak ne etsek boş, kozalarından çıkmıyorlar
maalesef.
İkizlerin,
onca uğraşıma rağmen öğrenemediğim sırlarını gazetenin üçüncü sayfa
haberlerinden biriyle öğrenmiş olmak tuhaf hissettirmişti. İronik dünya
yapmıştı yine yapacağını. Kendilerinden bile sakladıklarını şimdi ana haber
bültenini seyreden, gazetenin üçüncü sayfasını okuyan herkes öğrenecekti.
‘Katili
ikizi çıktı!’, diyordu haberin başlığında. Yanında da Aysun’un eski bir fotoğrafı. İlk bakışta yanılmış olduğumu düşündüm. Orada görebileceğimi
düşündüğüm resim Filiz’e ait olabilirdi ancak. Fakat yanılmıyordum. İlk
tanıştığımda ikizleri birbirlerinden ayırt edememiş olsam da, zaman içerisinde
küçük bir vesikalık fotoğraftan bile anlayacak duruma gelmiştim. Aysun’un
resmiydi gazetedeki... Katili ise benim eski ‘arkadaşım’ Filiz’di...
Şöyle
devam ediyordu haber;
‘Geçtiğimiz
günlerde Yalova’da konakladığı termal oteldeki odasında ölü bulunan Aysun Ö.
‘nün katilinin tek yumurta ikizi olan kardeşi F.D. olduğundan şüpheleniliyor.
Otelin
güvenlik kamerası kayıtlarını inceleyen polisler ancak adli tıp raporunun
sonucundan sonra katilinin ikizi olabileceğini fark ettiler.
Rapordaki
ölüm saatinden yaklaşık yarım saat sonra odasından çıkarken görülen şahsın
maktul Aysun Ö. yerine ikizi F.D. olduğunun tespit edilmesiyle cinayet
aydınlandı.
Maktulun
odasından çıkarken görülen en son kişinin, görüntülerde oldukça soğukkanlı
davranması ve Aysun Ö. ye benzerliği sebebiyle, ikizi F.D. olduğu ancak ölüm
saatinin belirlenmesi üzerine anlaşılabildi.
Aysun
Ö.’nün cesedini bulan eşi Hüseyin Ö. de verdiği ifadede eşinin, olay gecesi
kardeşiyle yemekte bir konu üzerine tartıştıklarını belirtti. İstanbul’daki
evinde yakalanan F.D. nöbetçi mahkeme tarafından tutuklu olarak yargılanmak
üzere cezaevine sevk edildi. Cinayetin sebebinin tam olarak ne olduğunun henüz
suskunluğunu bozmamış olan F.D.’nin ilk duruşmada vereceği ifade ile ortaya
çıkması bekleniyor.’
Haberi
okudum. Görüntüler haricinde yazılan hiçbir satıra inanamadım.
Filiz’in
‘Evet, ben öldürdüm Aysun’u.’, dediğini duyana kadar da onun kardeşinin katili
olduğuna beni kimse ikna edemezdi.
Ya
bayram tatili boyunca bana bedava ‘kabare’ oynamışlardı ya da bu cinayet
gazetede anlatılanlar gibi gerçekleşmemişti.
Filizin
yargılanmak üzere bekletildiği cezaevine vardığımda hala, onunla
görüşebileceğim, hatta görüşsek bile benimle konuşup konuşmayacağı konusunda
bazı şüphelerim vardı. Neyse ki görüşme talebi konusunda zorluk çıkmamıştı.
Şimdi her şey Filize bağlıydı. Benim olan biteni öğrenmem onun iki dudağının
arasında ve tabii ki beyninin içindeydi. Ne kadar dürüst davranacağı ise
tamamen ruhuyla alakalıydı.
Bekletildiğim
salona getirilirken uzaktan gördüğüm kişinin Filize benzer hiçbir tarafı
kalmamıştı. Yürürken bile yarısı olmayan biri gibi görünüyordu. Yemekli
vagonda, ilk karşılaştığımız an aklıma geldi. O gün gözünün içi pırıl pırıl
parlayan güzel kızın artık ölü balık gibi bakması içimi parçaladı. Daha
konuşmaya başlamadan, Filiz'in, Aysun’un katili olamayacağı fikrim değişmeye başlamıştı
bile.
“Hoş
geldin”,dedi her şeye rağmen.
“Keşke”,dedim.
“Keşke hoş gelebilmiş olsaydım. İyi misin?”,diye sordum ne dediğimi bilmez bir
biçimde.
“Bildiğin
gibi işte”,dedi olanca nezaketiyle.
“Ben
gazetede yazanlara inanmadım Filiz... İnanamadım... Doğru değil, değil mi
yazılanlar?”
“Maalesef
doğru.”,dedi. “Gerçi onun öldüğünü ben de olayın sabahında öğrendim ama ne fark
eder ki. Onu itip düşmesine sebep olan benim. Sonuçta katili de ben sayılırım.”
“İyi
ama neden?”
“Kazaydı
aslında. Tartışmamız kavgaya dönüştü. Birbirimizi iter kakar olduk birdenbire.
Biranda dengesini kaybetti. Kafasını komodinin köşesine vurdu.”
“Sen
de onu öylece bırakıp hiçbir şey olmamış gibi odadan çıktın mı yani?”,diye
sordum büyük bir şaşkınlıkla.
“Kocamın
sevgilisi oymuş Mehmet... Affedemedim. Anlıyor musun?... Affedemedim...” ,dedi
ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
Kalakaldım.
O
devam etmeseydi öylece dururdum herhalde.
Bir
taraftan ağlıyor, bir taraftan konuşmaya devam ediyordu. Belli ki ilk kez
birine anlatabiliyordu yaşadıklarını.
“İlk
anladığımda ne düşünmem gerektiğini bilemedim. İnanmak istemedim. Hep ona
sorduğum zaman yanıldığıma dair beni ikna edebileceğini düşündüm… Ama öyle
olmadı… İkiletmedi sözlerimi. Kabul etti hemen. ‘Âşıktım ben Murat’a’,dedi
bana. Sanki aralarındaki fazlalık benmişim gibi. İnanabiliyor musun?”
Dökülen
gözyaşlarını silerek devam etti sözlerine,
“Bunlar
termal otele gittiler ya üç günlüğüne… ‘‘Mahpus’ yalnız kalmasın evde, hem
çiçeklere de bakarsın biz geri gelene kadar’, dediler bana.”
Tam
‘Mahpus da kim?’, diye soracaktım ki hatırladım birden Aysun’un kedisi
olduğunu. Bahsetmişlerdi tatildeyken.
“Kabul
etmez olsaydım keşke”,dedi sinirle. “Belki hiçbir zaman öğrenmezdim
gerçekleri.”
“Eee?...
Nasıl anladın peki?”,dedim bir gözüm bizi izleyen görevlide…
“Murat
öldüğünde bana eşyalarını teslim ettiklerinde çok sevdiği siyah gri kareli
atkısını göremeyince çok şaşırmıştım. Hatta kaza gecesi de yanına aldığına emin
olduğum için aklıma geldikçe evin içinde aranıp durmuştum. Bir zaman sonra o
hengâmede bir yerlere fırlamış olabileceğini düşünüp aramaktan vazgeçtim…
Mahpus, Aysunların yatağının altından çıkmamakta direnince eğilip baktığımda
atkıyla burun buruna geldim. Hurçtan çekip alırken aynısı olmaması için çok dua
ettim ama nafile… Meğer o gece Aysun’la buluşmuşlar… Üşüyünce de atkısını ona
vermiş… Hiçbir şeyi inkâr etmedi… Oysa ne kadar da hazırdım onun yalanlarına
inanmaya…”, dedi çaresizce.
Benim
devam edebilecek gücüm olmadığını anlamış olacak ki, aynı filmlerdeki gibi
bağırdı gardiyan:
“Görüş
bitmiştir!”
abi başarılarının devamını diliyoruz- atalay'lar
YanıtlaSilçok teşekkür ederim...
Sil