Mektup

Bizim binada tek başına yaşayan, sosyoloji öğrencisi, Deniz isminde bir kızcağız var. Ben apartmanın üçüncü katında oturuyorum. O ise dördüncü katta. Gel zaman git zaman selamlaşmaya başladık kendisiyle. Zaten ben bir kişiyi ikinci kez görüyorsam muhakkak gülerek ‘merhaba’ derim. Selamımı alırsa sevinirim, almazsa ne ala.
Deniz’le de böyle başladı küçük sohbetlerimiz. Bu görüşmelerin hiçbiri fazla uzun sürmedi gerçi ama hepsi bir araya gelince yekûn ediyor. Bir müddet sonra onun bana karşı ilgisi olduğunu düşünmeye başladım, hatta fark ettim diyebiliriz. Fakat elimden bir şey gelmedi maalesef, zira ona karşılık verecek kadar ilgimi çekmiyordu. Genelde idareci davranmaya gayret ederim böyle durumlarda. Aslında ne genç bir kızın kalbini kırmaktı niyetim, ne de kendimi mahvetmek. Herkese gülen gözlerle bakmam sanırım onu yanıltmıştı. Ümitlenmiş olsa gerek ki, bir gün uzun zamandır posta kutumda fatura haricinde bir şey görmeme sebep oldu;
‘el yazısı ile yazılmış bir mektup’… 
Şöyle diyordu mektubunda:
Merhaba,
Arada sırada sizinle karşılaşıyoruz. Hatta konuşma fırsatını bile buluyoruz. Ancak ben biraz ‘eski kafalı’ birisiyim. O nedenle sizlere duygularımı ancak bu satırlar vesilesi ile açabileceğime karar verdim. Sizden çok hoşlandığımı bilmenizi isterim. Lakin bunu yüzünüze bakarak, utanmadan söyleyemeyeceğimi de biliyorum. Bu sebeple, beni mazur görmenizi rica ediyorum. Utangaçlığımı bağışlayın lütfen.
Sizin bana karşı olan duygularınızın mahiyetini öğrenmem konusunda bana yardımcı olabileceğinizi ümit ediyorum. Tekrar karşılaştığımız da bana herhangi bir jestle niyetinizi belli ederseniz çok memnun olurum.
Üst kat komşunuz
Ne yalan söyleyeyim çok etkilendim. Bu devirde böyle mektup vasıtası ile ‘ilan-ı aşk’ etmek çok değişik geldi. Gerçi üslubu ve yazım dili eski usuldü ama aşkını böyle ifade edince pek bir yakışmıştı.
Bütün gece düşünüp durdum. Bir mektupla onun hakkındaki bütün fikirlerimi alt üst etmeyi başarmıştı. Acaba ben ona gerekli fırsatı vermiş miydim? Kısıtlı görüşmelerle, birisi hakkında insan nasıl yeterince bilgi sahibi olabilirdi ki?
Haksızlık etmemem gerektiğini düşünerek Deniz’i ilk gördüğüm zaman kendisi ile duygularım hakkında konuşma kararı aldım. Ne hissettiğimi tam olarak bilemesem de en azından bana uzun zamandır unuttuğum duyguları tekrar yaşatmış olmasından dolayı karşılık vermek istedim sanırım.
Ertesi gün içim içime sığmaz bir şekilde yataktan kalktım. En sevdiğim ‘t-shirt’ümü ve ‘jean’imi giyip parfümümü kafamdan aşağıya boca ettim. Genelde sabah saatleri karşılaşıyorduk ama bunca zamandır Deniz’in evden çıkış saatlerine hiç dikkat etmemiştim. En garanti yöntemin, apartman boşluğundaki ayak seslerini duyabileceğim daire kapısına kulağımı dayamak olduğunu düşündüm. Böylece evden çıktığını duyar duymaz ben de kapıdan fırlayacaktım. Nitekim o bayağı gürültülü bir biçimde asansöre doğru ilerlerken ben kapımı kilitliyordum. Koşarak asansörün ‘çağır’ düğmesine bastım ve geçerken beni alması konusunda asansörle anlaşma yapmış oldum. Sağ olsun kırmadı beni. Bizim kata geldiğinde durdu. Bende kapısını açtım. Hoppala! Yalnız değilmişiz meğer. Gürültünün ikiye katlanmasının sebebi Mübeccel teyzeymiş. Deniz’in kapı komşusu, çok sevdiğimiz Mübeccel teyze…
Kendisi ‘Eski İstanbul Hanımefendisi’dir. Oğulları var ama yurtdışında yaşadıkları için bayramdan bayrama gelirler. Çoğu zaman hasret çektiğinden olsa gerek onlardan bahseder. Ben sadece birini gördüm. Rivayete göre benim İstanbul’da olmadığım zamana denk gelmiş diğer çocuğunun ziyareti. Rahmetli eşinin üç aylığıyla geçiniyor. Adamcağız evi de bırakmış kendisine. Ele güne muhtaç değil yani uzun lafın kısası.
O gün de sanırım maaşını almaya gidiyordu. Çok süslenmiş olmasından öyle bir sonuca vardım. Üçümüz aynı asansörde olunca, bir ara parfüm kokusundan Deniz fenalaşacak gibi geldi hatta.
Tabii asıl konumuza dönecek olursak, Mübeccel teyze işi bozmuştu resmen. Deniz’le ilk karşılaşmamızda yanımızda onun olacağını hiç hesaba katmamıştım senaryolarımda.
Deniz de, Mübeccel teyzenin yanında konuşamayacağımı tahmin etmiş olacak ki, benden çok onunla ilgilendi üç kat boyunca. Matrak biri Deniz. Kadıncağızı sıkıştırıp durdu. Yok, ‘nereye gidiyorsun sabah sabah?’,yok ‘kime süslendin böyle?’… Neyse ki durduk yere ‘eski İstanbul hanımefendisi’ olunmuyor. Mübeccel teyze bütün şekerliğiyle, ‘ah be güzel kızım bizden geçti artık’ diyip durdu asansör zemin kata gelene kadar. Gizli gizli kıkırdaması da ayrıca tebessüm kattı yüzlerimize… Apartman çıkışı ben otobüs durağına doğru yol alırken, Deniz ‘iyi günler’, diyerek koşar adım uzaklaştı. Belli ki geç kalmıştı okuluna.
Bir iki gün geçti geçmedi akşam iş dönüşü Ahmet amcayla karşılaştık binanın giriş kapısında. ‘Nasılsın Ahmet amca?’ dememle beraber giriverdi koluma. Başladı hızlı hızlı beni asansöre doğru sürüklemeye.
Ahmet amca Mübeccel teyze’nin üst kat komşusu. Hafif çatlak muamelesi yapar mahalleli ona ama bana sorarsanız hepimizden akıllı. Bazı insanlar işlerine gelmeyince kılıfı giydiriverirler şak diye. Severim Ahmet amcayı. Ama yine de zorla bir şey yaptırılmak istenince insan ister istemez geriliyor. Oysa ki iki gündür karşılaşmadığımız Deniz’den yeni bir mektup gelmiş olabilir düşüncesiyle,  posta kutumu kontrol etmeyi planlıyordum. ‘Hayırdır Ahmet amca?’, derken itiverdi beni asansörün içine apar topar. Bastı üçüncü katın düğmesine başladı söylenmeye…
“Şu Mübeccel hanımın karşı komşusu öğrenci kız var ya… Ondan kaçıyoruz…”, dedi.
“Deniz mi?”,diye sordum gayri ihtiyari.
“Aman ne bileyim evladım Deniz mi, değil mi?”
“Neden kaçıyorsun? Ne oldu ki?”,dedim hafif bozulmuş bir ses tonuyla.
“Amaaan… İki gündür tutturdu ‘Mübeccel teyzeyle senin aranı yapacağım’, diye. Deli mi ne?”
“Neden ki?”
“Ne bileyim evladım. Takmış işte kafayı.”
“Yok, yanlış anladın. ‘Neden ki?’ derken ‘Neden olmasın?’ demek istedim.”
“Olur mu hiç evladım öyle şey?… Hem bu yaştan sonra…”
Tam ‘ne varmış yaşında Ahmet amca diyecektim ki, yalan söyleyip de sohbeti uzatmak istemediğimi fark ettim. Baktım üçüncü kata gelmişiz. ‘Dert etme. Kızcağız iyi niyetli bence. Hadi görüşürüz.’, deyip indim asansörden.
Aklım posta kutusunda kalmıştı ama tekrar aşağıya inecek enerjiyi kendimde bulamadım o anda. Günlerden cuma olmasının da etkisi olmuştu bu erteleme kararımda. Hem bütün haftanın yorgunluğu, hem de ertesi günün tatil olması biran evvel televizyon karşında ayaklarımı uzatıp keyif yapma fikrimi destekledi.
Ertesi sabah uyandığımda sanki içime başka biri kaçmış gibi, ‘hayat ertelemeleri sevmez, en iyisi işi tesadüflere bırakmamak’, diyerek Deniz’in kapısına dayanıp konuşmaya karar verdim. Eşofmanlarımı giyip, Deniz’i sabah sporu yapmaya davet etmek üzere üst kata çıktım. Mektubu da yanıma alıp, bir kat için asansör kullanmayayım, spor olsun, düşüncesiyle merdiveni kullandım.
Deniz’in daire kapısının önüne geldiğimde nefes nefeseydim. Biraz soluklanmak için beklerken aniden kapı açıldı. Kafasında havlu, üzerinde sabahlıkla Deniz, elindeki market poşetinden bozma çöp torbasını kapının hemen kenarına iliştirmeye çalışıyordu. Değil hoşlandığı adamın karşısına bu şekilde çıkmak insan aynaya bile bakmak istemez böyle durumlarda. Onu öyle görünce ben de utandım belki ama herhalde hiç kimse onun kadar görünmez olmayı istememiştir o esnada.
“Günaydın”, dedim tereddütle.
Ben onun yerinde olsam hemen kapıyı kapatıp, sanki bu bahtsız karşılaşma hiç yaşanmamışçasına hayatıma devam ederdim. Hatta öyle ki, tekrar karşılaştığımızda pişkin pişkin ‘Nasılsınız? Uzun zamandır görüşemiyoruz’ bile derdim. Fakat Deniz öyle yapmadı. Şaşkınlıktan olsa gerek.
“Günaydın”, dedi ‘Hayırdır?’ dercesine.
“Sabah sporu yaparmıyız acaba diye sormak istemiştim”, diye bir şeyler zırvaladım.
“Sebep?”, dedi gayet kaba bir biçimde biraz önceki rezilliği bastırmak ister gibi.
Aslında haklıydı. Benim edepsizliğimdi öyle kapısının önünde nefes nefese dikilip durmak. Herkes kendi evinin önüne ev kıyafetleriyle çıkabilirdi. Bundan tabii ne olabilirdi ki?
“Mektup…”,dedim hafif kekeleyerek. “Zamanlama biraz kötü oldu gerçi ama… Mektubunuza cevaben görüşmek istedim esasında”, diye bir çırpıda çıkartıverdim ağzımdaki baklayı.
“Ne mektubu?”, dedi biraz öncekinden daha da şaşkın bir surat ifadesiyle. O kadar gerçekti ki, ben bile mektubun varlığından şüphe ettim bir anda.
“İşte bu mektup”, deyip cebimden çıkarttım kendisini savunmak isteyen bir suçlu gibi.
Sabah sabah kızcağızı dumur etmeye devam ediyordum belli ki. Mektubu biraz inceledikten sonra;
“Bu mektubun sizde ne işi var?”,diye sordu suçlar bir ifadeyle.
“Posta kutumdaydı”,dedim çalmadığım konusunda ikna etmek için.
“Allah Allah nasıl olur? Çok eminim mektubu ‘9’ numaralı kutuya bıraktığıma… Sizin daire numaranız kaç ?”
6.”
“Nasıl olduğunu bilmiyorum ama bu mektubun sizin değil Mübeccel teyzenin eline geçmesi gerekiyordu… Hay Allah… Siz de mektuptaki üst kat komşunuzun Mübeccel teyze olamayacağına göre, ben olduğumu düşündünüz doğal olarak… Çok utandım şimdi.”, dedi dudaklarında müstehzi bir gülümsemeyle.
Biraz önceki içinden alevler çıkan ortam bir bataklık kıvamında yumuşamış, beni de olanca gücüyle içine çekiyordu. Az önce Deniz’in durumunu utanç verici bulurken işlerin bu noktaya gelebileceğini hiç düşünmediğim için kendime çok kızdım. En azından onun kafasında bir havlu, elinde bir çöp torbası vardı. Ben ise karşısına çırılçıplak çıkmış gibiydim.
“Size bir açıklama borçluyum sanırım. Birkaç dakikanız varsa üstümü değiştirip sabah sporunuza eşlik edebilirim. Hem mektubun gerçek amacını da anlatmış olurum böylece. Tabii teklifiniz hala geçerliyse?”, dedi neşeli bir edayla.
Artık nasıl olsa şapşallığım tescillenmişti. Eve gidip tek başıma ağlayacağıma en azından başıma gelen bu durumun nedenini öğrenebilirdim.
“Tabii. Bekliyorum.”, diyerek kabul ettim çaresiz. Neyse ki çabuk hazırlanan birisiymiş Deniz. Daha fazla dikilmek zorunda kalmadım kapısında. Evden çıkar çıkmaz asansörü beklerken başladı anlatmaya…
Mevzubahis mektup aslında Deniz’in vize yerine geçecek sosyoloji ödeviymiş. Öğretmenleri, ‘aralarında aşk olmayan iki kişiyi bir obje sayesinde birbirlerine yakınlaştırabilir misiniz?’, diye bir soru sormuş. Kullanabilecekleri objeler konusunda da birkaç seçenek sunmuş. Deniz bu nesnelerin içinden mektubu tercih etmiş. Ahmet amcanın ağzından Mübeccel teyzeye bir aşk mektubu yazmış ve posta kutusuna bırakmış. Ardından da olacakları gözlemlemeye başlamış. Tabii mektubu ‘9’ numaralı kutuya bıraktığına emin ancak nasıl olduysa mektup benim elime geçmiş. Böylece öğretmenin sosyoloji ödevi dönüp dolaşıp beni yakmış. İşte hikâyenin özeti bu.
Deniz olayı bana anlatırken ‘kaldık desene sosyolojiden’, dedi gülerek. Bu arada ben de bugüne kadar ona gerçek anlamda dikkat etmemiş olduğum için hayıflandım.
Tam apartmanın kapısından çıkıyorduk ki gözüm posta kutularına takıldı…
İki tane ‘9’ numaralı kutu vardı…
Benim posta kutumun ağır pirinçten el dövmesi ‘6’ numarası, vidası gevşeyince yerçekimine karşı koyamayıp ‘9’ olmaya karar vermiş. Deniz de Mübeccel teyzenin diye benim posta kutuma bırakmış mektubu. İyi de yapmış aslında. Bence mektup Ahmet amcayla Mübeccel teyze yerine bizi seçmiş yakınlaştırmak için.
Bu düşüncemi sahilde sabah sporumuzu yaparken onunla paylaşırsam eğer, sosyoloji ödevinden geçmek adına eskisinden daha fazla şansı olduğunu düşünüyorum açıkçası…      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder